“fakat şu kelimeler: “matmazel albertine gitti” kalbimde uzun zaman dayanamayacağım bir ıstırap uyandırmıştı. böylece anlamıştım ki, bir hiç sandığım şey, sadece benim bütün hayatım imiş. insan ne kadar kendini bilmiyor!”
Gelişmenin getirdiği yenilikler, yani yeni yöntemler ve araçlar, kuşkusuz ilk anda insanı çok etkiliyorlar ama uzun vadede düşünüldüğünde bunlar kuşku verici ya da en azından çok büyük bedeller ödememiz gerekecek şeyler. Genelde, insanın mutluluğuna ya da huzuruna hiçbir biçimde katkıları olmuyor. Çoğu, yaşama aldatıcı hoşluklar ekleyen şeyler. Örneğin, ne yazık ki, yaşam temposunu hiç de hoş olmayan bir biçimde hızlandıran ve kendimize her zamankinden daha az zaman ayırabilmemize neden olan hızlı iletişim araçları.
Günümüzün ruhu çağdaş olduğunu savunsa da, insanın ne Ortaçağ’la ne Antik Çağ’la ve ne de ilkellikle işi bitmiştir. Buna karşın, bizi köklerimizden uzaklaştıran bir gelişme seline kendimizi kaptırdık gidiyoruz. Çoğu zaman, geçmişten kopmak, geçmişi yok etmek demektir. Böyle olduğunda, ileriye doğru gitmekten başka bir olasılık kalmaz. Oysa medeniyetimizin getirdiği “hoşnutsuzluk”, köksüzlüğümüzün ve geçmişle bağlantımızın yitmesinin sonucudur.
Sürekli bir telaş içinde, evrimsel geçmişimizin henüz yakalayamadığı günümüzden çok gelecekte ve onun getirmeye söz verdiği hayal ürünü bir altın çağda yaşıyoruz. Giderek artan bir verimsizlik duygusunun, hoşnutsuzluğun ve huzursuzluğun kamçılamasıyla, düşüncesizce yeniliklere doğru koşuyoruz. Elimizdekilerle yetinmeyip verilen sözlerle yaşıyor, günümüzün ışığı yerine, sonunda bize uygun bir güneşin doğacağını umut ettiğimiz geleceğin karanlığında yaşamayı yeğliyoruz. Bilimin en parlak buluşlarının bize getireceği ürkütücü tehlikeleri bir yana bıraksak bile, daha iyi bir şeyin, her zaman çok kötü bir bedeli olduğunun bilincinde değiliz. Örneğin, daha çok özgürlük sağlama umudu, devlete köle gibi daha çok bağlanmayı getirir; bu da, umudun yok olması demektir. Babalarımızın ve atalarımızın arayışlarını anlamadığımız için kendimizi de anlayamıyoruz ve bunun sonucunda birey, çekim gücüne kapılan bir zerreciğe dönüşüyor.
《Hayat denen bekleme salonuna hoş geldiniz. Siz yaşamak için ne bekliyorsunuz?
Depresyonunuzun geçmesini mi; kaygılarınızın azalmasını mı; korkularınızı yenmeyi mi; öfkenizin dinmesini mi; içinizden gelmesini mi; yoksa ağrılarınızı geçirecek çareyi mi...
Ancak beklediğimiz geldiğinde mi dışarı çıkacak; o kursa kayıt yaptıracak; o işe başvuracak; içimizden geldiği gibi dans edecek; eşimize çiçek alacak; leylekleri görünce mi baharın gelişine sevinecek, seyahat edecek, arkadaş edinecek, ancak o zaman mı yaşamaya başlayacağız?...》