Ey doğunun alnımı serinleten rüzgârı!
Ey karanlıkta bana arkadaşlık eden ay!
Arzularım bir oktur, aşar ulu dağları,
Düştüğü yer uzakta "DİLEK" adlı bir saray.
Bir eliyle tuğu yükseltirken öteki eliyle duman alana bir işaret yaparak “Kalkın” diye haykırdı. Kırk şehit birden kalktılar. Kür Şad eliyle ilerde bir yeri gösterdi. “Oraya” diye gürledi. Gösterdiği yer Tanrı Dağı idi. Tepesinde atların ruhları dolaşıyordu. Kırk bir şehdin ruhu bir fırtına gibi, bir musiki gibi, bir ışık gibi akarak Tanrı Dağına doğru yürümeye başladılar. Onları orada, başlarında Alp Er Tunga olan atlar kafilesi bekliyordu. Bu kırk bir şehidin çevresini bir anda yüz binlerce başka, şehitler sardı. Tanrının huzurunda başlayan bu en muhteşem geçit resmi büyük, sonsuz boşluğu sararken birdenbire bir türkü; azmetli, ürpertici, Tanrısal bir Türkü kainatı inletti:
Delinse yer; çökse gök, yansa kül olsa dört yan
Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan
Yıldırımdan, tipiden, kasırgadan yılmayan
Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz!
Bu türkü hala göklerde çınlıyor. Kür Şad ve kırk arkadaşı, aylı kızıl bayrağı bekleyerek hala ufukları gözlüyor...
Her gün biri çıkar, başlar ben, ben demeğe,
Altınları gümüşleriyle övünmeğe.
Tam işleri dilediği düzene girer:
Ecel çıkıverir pusudan: Benim ben, diye.
“Bu zamanda az dostun olsun, daha iyi.
Herkesle uzaktan hoşbeş edip geçmeli.
Can gözünü açınca görüyor ki insan
En büyük düşmanıymış en çok güvendiği.”
Ey güzel, sen ki bana derdi derman edensin;
Şimdi: Çekil önümden, diye ferman edersin;
Senin yüzün canımın kıblesi olmuş bir kez;
Ne yapsın, kıble mi değiştirsin bu can dersin?
Ey kör! Bu yer, bu gök, bu yıldızlar, boştur boş!
Bırak onu bunu da gönlünü hoş tut hoş!
Şu durmadan kurulup dağılan evrende
Bir nefestir alacağın, o da boştur boş!