İlk büyük korkumu on iki yaşımdayken yaşamıştım. Bir süre sonra ölümle tanıştım. Ölüm çok başkaydı, yanıma annemi ve babamı kabul etmemişti. Küçüktüm. O zamana dek hiç düşünmemiştim. Sonra hayatımda pek çok şeyden korktum. Çok kez korktum. Sonra hayatı yaşamaktan korktum, o güzel hayatı muhafaza pahasına. Sonra bir baktım ki, her nüksünde telafisiz hasar bırakan kalp krizi gibi, cesaretle yaşamam gereken, ama sakındığım hayatımda hasarsız bir alan kalmamış. O çok değerli hayatımın umut vaadi kalmamış. Sonrasında ise o çok değerli hayatımla o çok korkunç ölümüm arasında tercih moduna girmeye başlamışım. Nietzsche'nin "bengi dönüş" ündeki, geçmiş yaşantımızı tüm ayrıntılarıyla ve acılarıyla aynen tekrardan aslında asla yaşamak istemeyeceğimizin kendi açımdan ne kadar doğru bir tespit olduığunu düşündüğümde, veya Schopenhauer'in "hiçliğin o keyifli dinginliğini bozan bir durum" olarak nitelendirdiği hayat, artık benim için de çok üzücü, naçar ve kendisine karşı yalnızca kırgınlık duyabileceğim, yok aslında artık kırgın bile değilim, bir durumda. Sonra baktım ki artık hayat nazarında güzel sayılabilecek hiçbir şey için takadım da yok. Hepsi, isteyenin olsun. Son durağa çok mesafe kalmadığını biliyorum. Bundan dolayıdır ki dünyanın en önemli şeyleri o kadar gereksiz ve boş gelmeye başladı ki, büyük bir yılgınlık duyuyorum. Ve artık hiçbir şeyden hiçbir kimseden veya hiçbir olacaktan ve ölümden korkmuyorum. Yıllar önce çok genç yaşta hayattan kırgın ayrılan bir arkadaşımın söylediği gibi, ölmüş eşeğin kurttan korkması için bir sebep kalmamıştır artık.