İnsanları, çiçeklere değil, dikenlere benzetirdim ve dikenler ne zaman elime batsa, gözlerimin önüne önce babamın yüzü, sonra da bana sanki onun tohumu değilmişim, onun bahçesinde açmamışım gibi bakan soğuk kahverengi gözleri gelirdi.
Yine de renkler, gri bir fotoğrafın arkasında bile yaşamaya devam ederdi. Bir gün gri bir fotoğraf karesine dönsem bile, renklerim içimde yaşamaya devam edecekti.
Siyah beyaz bir fotoğraf karesi gibiydim. Oysa en renkli oyuncakların oynandığı lunaparkın içindeki oyuncaklar gibi olduğum zamanlar olmuştu. Yine de biri beni dışarıdan bakınca o oyuncakları görüyordu; tek fark vardı, içeride de o oyuncaklar gibi hissetsem de renklerimi kaybetmeye başladığımı biliyordum.
Ayaklarımın tabanında bir kirpinin sırtı varmış gibi hissetmeme neden olan cümlesi, birkaç saniye koridorun ortasında öylece dikilip kalmama neden oldu.
Şimdi karşımda duran bu adam, ellerini köklerime uzatmıştı, köklerimi saldığım topraktan yavaşça ayrılırken onun sarmaşık yeşili gözlerine tutunmuştum. Koparıldığını iliklerine kadar hisseden bir ağaç, nasıl olurdu da tam koptuğu anda ilk çiçeğini verirdi?
Ben güçlüydüm, evet, bunu biliyordum ama dışarıdan bakıldığında kırılmış küçük bir kız çocuğu gördüklerinden de emindim. Oysa en güçlü kadınlar, kırılmış kız çocuklarının gölgesini taşırdı geçmişlerinde.
"Benim kaburgamda diken yok," dedim aniden. Kaşlarını kaldıracak sandım ama yapmadı, hâlâ ifadesiz gözlerle gözlerimin içine bakıyordu. Tüm cesaretimi toplayarak o cümleyi kurdum: "Ama senin gözlerinde bir kuyu var."
Kitap bir cezaevinde annesiyle kalan Barış'ın önceden onlarla beraber kalmış tahliye olan Barış'a bir nevi ablalık yapan İnci'ye yazılan mektuplardan oluşuyor. Barış'ın o saf ve çocuksu dili öyle minnoş ki! Bazı yerleri duraksayıp sorguladığım bir kitap oldu. Araya sınav haftamın da girmesiyle 26 günde bitirsem de çok sevdim keşke daha önce okusaymışım.