Genki Kawamura nın "Annem Kokan Çiçekler" kitabı, ölüm, yaşlılık, anne, baba üzerinden beni derinden etkileyen cümlelerin olduğu hafıza ve yaşanmışlıklar üzerinedir. Bu ara okuduğum kitapların benzer konular üzerinde ilerlemesinden midir, hassas olduğum bu dönemden ötürü mü bilemedim, hep bı gozlerim dolarak okudum...
Hafıza-hayattaki rollerimiz üzerinden baba olmak üzere olan bir evlat ve demans hastalığına yakalanan bir annenin hikayesidir. Geçmiş sorgulamaları, hatırlatmaları, günlük hayattaki unutmaları çok manidardı.
Eskiden elli sene bile yaşayamazdı insanlar. Uzun yaşamaya başladığımızda kanser olduk. Kanseri tedavi etmeye başladığımızda daha da uzun yaşamaya başladık, şimdi de Alzheimer hastaları arttı. İnsanlar ne yaparlarsa yapsınlar hep bir şeyle savaş halinde olmak zorundayız. "Hayat savaşı, kimlik üzerinden rollerimiz, bize yüklenen haller" yani yaşamak kendi başına zor bişi zaten. Dünya tüm bu hallerle çok tuhaf ve tehlikeli bı yer oluveriyor. Yaşanan herşeye rağmen annelik içgüdüsü bir türlü arkaya bırakılamıyor. Aşk gibi, acıma gibi, hüzün gibi.
Kendimizi felç geçirmiş gibi hissettiğimiz ikilemler içinde yaşadığımız unutma-hatirlama, çocuk konumundayken-ebeveyn olma, zaman geçsin derken-zamanı geri alma isteğimiz hayat ikilemlerini hep karşımıza çıkarır. Hayatın gerçeklerine vurguları olan bu kitabı akıcı olan diliyle üzülerek okudum. Yazarın diğer kitaplarını da okumak isterim denk gelirse, zira hiç yormayan bı üslubu var yazarın...
“Yaşanmış gerçeklilik anlaşılmadan, yaşanan gerçeklilik anlaşılmaz” teziyle okuyucuyu 80'lere sürüklüyor. Tıpkı filimlerde olduğu gibi. 80 sonrası kurulmuş film seti çıkıyor karşınıza. Geçmişinizle yüzleşmeye, yol arkadaşınızın rolünü irdelemeye, toplumu sorgulamaya başlıyorsunuz. Ufuk Bektaş Karayaka, yazdıklarıyla başarıyor bunu.
Kitap
Freud’a göre, intiharda yaşam ilkesi ölüm ilkesi taralından iptal edilir, ölüm
içgüdüsü; sadizmin, mazoşizmin ve benliğin tüm şiddete yönelik niteliklerinin tohumudur. İntikam,
kin, düzeni bozmak, “diğerini” öldürmek, intihar eylemini içeren temel öğelerdir. Ama bu Ölüm
içgüdüsü bu kadar etkiliyse, intihar oranlarının neden bu kadar düşük olduğu sorulabilir. Belki
kendini yok etmek de bir kendini koruma girişimi, sevgi görmek için atılan bir çığlık, mutlu, yaşama olasılığının aranışıdır.
Biraz spekülasyon sonucunda bu içgüdünün yaşayan her canlıda işbaşında olduğu ve ona zarar vermek için, yaşamı başlangıçtaki cansız duruma indirgemek için çabaladığını düşünmeye başladık. Bu yüzden bu içgüdü ölüm içgüdüsü diye anılmayı kesinlikle hak eder; bu arada erotik içgüdüler yaşama çabasını temsil ederler. Ölüm içgüdüsü özel organlar yardımıyla dışarıya, nesnelere yöneldiği zaman yıkma içgüdüsüne dönüşür. Organizma kendi yaşamını, deyim yerindeyse yabancı bir yaşamı yıkarak korur. Fakat ölüm içgüdüsünün bir kısmı organizmanın içinde işlemeye devam eder.
Freud saldırganlığın “ölüm içgüdüsü” denilen şeyin dış dünyaya doğru yeniden yönlendirilmesinden kaynaklandığını düşünüyordu. Freud'un “ölüm içgüdüsü” kavramını, Melanie Klein haricinde çok az analist kabul etmiştir, ancak Freud insan güdüsüyle alakalı herhangi bir değerlendirmenin merkezinde yer alacak kadar önemli olduğundan, konuyla alakalı ne demek istediğini kısaca açıklamak gerekir.Freud saldırganlığı aslında, cinsel içgüdünün sadistçe bir yönü, cinsel objeye hükmetmenin veya hâkim olmanın ilkel bir yolu olarak görüyordu.
Klein'a göre, paranoid - şizoid pozisyon, bebeğin ilk üç ayında baskındır.
Evrende bebek, ölüm içgüdüsünün etkisi altındaki saldırganlık içgüdüsü dolasıyla yoğun kaygı yaşamaktadır.
Evrende iki tane temel güç vardır. Biri cisimleri birbirine çeker. İnsanlar da bu şekilde meydana gelir ve çoğalır. Fizikte bu güce yerçekimi denir, psikolojide ise aşk. Diğer bir güç cisimleri birbirinden ayırır. Ayrılma, parçalanma, yok etme gücü. Eğer haklıysam, kainattaki her bir gezegen, her bir yıldız yerçekimiyle birbirlerine doğru çekilmekle kalmaz; bizim göremediğimiz bir geri tepme gücüyle birbirlerini iterler. Organizmada, bu güç, tıpkı bir ateş böceğinin alevlere yaklaşması gibi Hayvanların da ölümün peşinden basma sağlayan dürtüyü harekete geçirir.
Ölüm sadece bir başlangıçtır; işin zor kısmı sonrasıdır. Ölümün varlığını bilerek, ölüm korkusunu düşünmeksizin yaşamanın üç yolu vardır. Bunlardan ilki bu düşünceyi bastırmaktır, ölümün bir gün geleceğini düşünmeden, sanki hiç gelmeyecekmiş gibi davranmaktır. Çoğu zaman pek çoğumuzun yaptığı da budur. İkinci yol ise tam tersidir: memento mori. Ölümü hatırlamak. Ölümü bir an olsun aklından çıkarmadan yaşamak. Ne de olsa, kimse o günün son günü olduğunu düşünen bir adamdan daha fazla hayatın tadını çıkaramaz. Üçüncü yol kabullenmedir. Ölümü kabullenmiş ama gerçekten kabullenmiş bir adam hiçbir şeyden korkmaz ve yaşadığı tüm kayıpları insanüstü bir olgunlukla karşılar. Bu üç stratejinin ortak bir noktası vardır. Üçü de yalanlardan ibarettir. Korku ise en azından daha dürüst bir duygudur.
Libido Nedir?
Libido, ilk defa Sigmoud Freud’un bir öğrencisi tarafından kullanılan bir kelimedir. Freud’a göre libido, yaşam içgüdüsü, enerjisidir. Çoğalmayı, üremeyi dolayısıyla cinsel dürtüleri teşvik eder. Türk Dil Kurumu’na göre libido ‘İnsanın davranışlarının temelini oluşturan cinsel içgüdü’dür.
Tıbbi literatürde libido, cinsel arzu
Freud, hepimizin bildiği gibi psikanalizin kurucu babası. O da Kopernik gibi, Darwin gibi insanı tahtından edenlerden biri. "Ego kendi evinde efendi değildir" demişti. Anlayacağımız, kendi evimizin bile sahibi değiliz. Bazı görüşlerine katılmayabiliriz fakat bu onun zeki bir adam olduğu gerçeğini değiştirmez. Kitaba geçelim.
Bu kitabı