*Gaza kim ettiler Allahu ekber
Dediler her nefes Allahu ekber*
Aşıkpaşazâde'nin, dillerinden bir nefes dahi Allahu Teâla'yı düşürmeyen ve onun uğrunda gazâdan başka bir iş düşünmeyen yiğit dilâverler diyerek övdüğü Osmanlı akıncıları, hafif süvari birliklerindendir. Temelinin Osman Gazi zamanında Köse Mihal tarafından atıldığı rivayet olunur. Uç
Türk destanlarında "Tunga Alp Er", İran destanlarında "Afrasyab" adı ile tanınan kahramanı, bu büyük Saka devletinin en şevketli devrini ve sukut çağını yaşatan büyük kahramanı olarak kabul ediyoruz. Bu destanın Türk rivayetlerinde Tunga Alp adı ile, Türk hükümdar sülalelerinin büyük atası, onun akraba ve evladı, onun kültü anlatılmaktadır, İran rivayetlerinde de, Afrasyab'ın, İranlılar ile olan maceraları, İran hükümdarı Keyhusrev (Medya hükümdarı Kiyaksares) tarafından yenildikten sonra onun tarafından Tiyanşan'da Kockarbaşı ve Kimekler ülkesi, yani Altaylara kadar takip edilmesi, nihayet Azerbaycan'da Keyhusrev'in eline geçerek öldürülmesi ve kendisinden sonra oğullarının devri anlatılmaktadır.
Kimi tarihçilerin Kubrat ile Hırvat arasında ilgi kurma çabalarını sebep göstermeksizin reddetmesi anlaşılabilir, ama bu bizi bu adı taşıyan bir Türk'ün, ki o dönemde oralarda çokça bulunuyorlardı, veya onun soyunun Orta Avrupa'daki bir kısım Slavları (sonraki Hırvatları) toplayıp, Porphyrogenitus'un dediği gibi Avar bölgesinden geçirerek Balkanlara indirmiş olması düşüncesinden alıkoyamaz. Ve bu Türk'ün ismi, altı kardeşiyle birlikte açık olarak verilmektedir.
İnsan Allah’ın da yardımı ile (ve vahyin öğrettiklerine dayanarak) kendisindeki ilâhî yanı keşfederek nazarî ve amelî kemali elde etmek için büyük bir mücadeleye koyulur.
Nefsinin “âdî ve bayağı güçlerini” hâkimiyeti altına alır. Manevî imkân ve kabiliyetlerinin idraki yolunda adım adım ilerler. Sonunda öyle bir kemal noktasına gelir ki, kendisinde ilâhî sıfatların, beşerî imkânların elverdiği seviyede gerçekleştiğini hisseder. O zaman her şeyle ve her şeyin yaratan ile bağlantılı, ilişkili olduğunu fark eder. Hangi kaynaktan geldiğini ve hangi kaynağa döneceğini bilir. Nereye baksa Allah’ın yüzünü” görür. O’nun daimî “huzuru” nda düşünür ve hareket eder. Beşerî irade ile ilâhî irade arasındaki gerilim yok olur.
Birinci derecede kâmil insanın gönlü, ikinci derecede ise her şey, ilâhî tecellîye mazhar olur. Artık sûfî her zaman, her şeyde O’nunla olduğunu idrak eder”
Kâinattaki, zerreden küreye her mevcud, Allah’ın varlığının ve birliğinin, kâinatla özdeş olmadığının açık bir delilidir.
İyi düşünebilen zekâlar bilinenden bilinmeyeni; görülenden görülmeyeni; hissedilebilir kuvvetlerden ana kuvveti keşfedebilir.
İnsana düşen, hâşâ Allah’la kâinatı özdeşleştirerek Allah’ı inkâr etmek değil, yaratılışın sırlarını inceleyerek yaratıklardan, Aşkın ve Mutlak Yaratan’ın varlık ve birliğini görmektir.
Çocukluğundan beri zekasının en güçlü bölümü belleğidir Oğuz Atay'ın; yaşamının yakın tanıklarının, onu tanımlarken vurguladıkları özelliklerinin başında bu güçlü bellek gelmektedir. Vüs'at Bener, "Ben iki kişide böyle bellek gördüm. Biri Oğuz, biri de ölümüne kadar çok iyi bir dostluk sürdürdüğümüz Nurullah Ataç," der.
Ezelde benim fikrim Ene’l Hak idi zikrim
Henüz dahı doğmadan ol Mansûr-ı Bağdâdî
Aşk çengine düşenin melâmet olur canı
Onun için bed-namdır miskin Yunus’un adı
***
Sayfa 263 - Türkiye İş Bankası Kültür YayınlarıKitabı okudu
Arıburnu - Anzak Koyu'ndan bir düşman çıkarması yapılacağına inanan yalnızca bir tek Türk vardır, o da Mustafa Kemal adında bir albaydır. Yani o sırada ve orada, o işaret şamandırasının anlamı Türkler için çok da ciddi sayılmıyordu."
"O şimdi adını söylediğin albay, Atatürk müydü?" diye sordu Viki.
"Evet, Atatürk'tü. Ve yaşadığı sürede Çanakkale'de gösterdiği yüksek zekâ ve sağduyu performansını hiç yitirmedi."
Viki o anda Ali Osman'ın da Türkiye'nin duvarlarına en fazla fotoğrafı asılan bu adama hayran olduğunu anladı. Belki de Yeni Zelanda'ya dönünce Atatürk hakkında daha derin bir araştırma yapıp, Batı kültürlerinde sıradan bir diktatör diye tanıtılıp geçiştirilen, öte yandan yalnızca karizmatik bir siyasi lider ve iyi bir komutan olmakla kalmadığı anlaşılan bu adamın asıl kerametini ve seksen beş yıl sonra bunca insan üzerinde devam eden etkisinin nedenlerini anlamaya çalışmalıydı. Bunu artık kendisi de merak ediyordu. Gerçekten merak ediyordu. Neydi bu Atatürk denen adamın aslında yaptığı? Bir illüzyon, bir mucize mi, yoksa Batı'da kabul görüldüğü gibi yalnızca faşist bir başkanlık mı? Nasıl olup da yirminci yüzyılın başında ortaya çıkan bütün devrim liderleri ve devrimleri yok olup gitmişken bir tek bu adamın adı ve onun devrimi korunuyordu? Evet korunuyordu. İşte Beyaz Hala köyde yaşayan torunlarının torunu kızlar için hiçbir İslam ülkesinde hayal edilemeyecek bir gelecekten bahsedebiliyordu. Bunu bir yabancı olarak anlaması ne kadar olasıydı bilmiyordu.
Memo, Babanı hapse atan iktidarın bakanları, onun şiirlerini okuyup okuyup ağlamışlardır. Babanın hapiste kaldığı uzun yıllar iktidara gelen bakanlar, onun şiirlerini okuyup ağladılar. Anayurdundan kaçmak zorunda bırakılınca Nâzım yurt özlemi çekerken, iktidara gelen bakanlar onun şiirlerini okuyup okuyup ağladılar. Gelecek kuşaklar Nâzım'a zulmeden dedelerinin adlarını bile bilmeyecekler, ama adı dünyada dalgalanan Türk şairiyle övünç duyarak başlarını yukarı kaldıracaklar.
Severmişim Meğer
Yıl 62 mart 28
Pırağ-Berlin tireninde pencerenin yanındayım
Akşam oluyor
Dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini
severmişim meğer
Akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim
Toprağı severmişim meğer
Toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen
Ben sürmedim
Pılatonik biricik sevdam
İşgal orduları geri çekilirken, pek çok yer gibi Manisa'yı da yakar, yıkarlar. Kenti özgürlüğüne kavuşturan Türk ordusunda bulunan Ahmet Bedevi adlı asker öylesine tutkundur ki doğaya, savaş bitiminde Manisa'da kalır ve ağaç dikmeyi, yeşili korumayı uğraş edinir kendisine. (...)
Ve günlerden bir gün başrolünü Johny Weismüller'in oynadığı Tarzan filmi gelir Manisa'ya. O günden sonra da Ahmet Bedevi ''Manisa Tarzanı'' diye anılmaya başlanır. (...)
Manisa Tarzanı'nın İstiklal madalyasına sahip olduğunu pek çok insan bilmez. Siyah bir şortun dışında üstüne bir şey giymediğinden, madalyasını takacak ne bir ceketi, ne de bir gömleği vardır zaten. (...)
Ahmet Bedevi'ye uygun görülen "Tarzan" adı bir yanılgıdır aslında. Çünkü, Tarzan'ın ağaç diktiği hiç görülmezken, gerçek bir doğa aşığı olan Ahmet Bedevi elinin değdiği her yeri ağaçlandırmıştır. (...)
Onun gibi doğa aşığı bir insanı, Hollywood'un uydurduğu kahramanla özdeşleştirmek yerine, Beyaz Adam’ın doğayı katletmesine karşı direnen Kızılderililer'den biri olarak görmek daha doğru olacaktır. Üstüne üstelik, Kızılderililer'in de çıplak gezindikleri unutulmasın!