Bir şey kırıldı. Bu zamana kadar sana güç verdiğini düşündüğün his: varlığının hissi, dünyaya ait ya da dünyada bulunduğun izlenimi artık senden uzaklaşıyor, artık yok. Geçmişin, bugünün ve geleceğin birbirine karışıyor: Onlar artık sadece kolların ve bacaklarındaki yorgunluk, can sıkıcı migrenin ve Nescafe’nin acılığına dönüştü. Yatak odana dönüşen bu hücre, iki metre doksan santim uzunluğunda, bir metre yetmiş üç santim genişliğindeki, yani beş metrekareden biraz daha geniş olan bu mezbele, saatlerdir, günlerdir kıpırdamadığın bu çatı katı. Uzanamayacağın kadar kısa, dikkat etmeden etrafında dönemeyeceğin kadar dar bir döşeğin üzerinde oturuyorsun. Neredeyse büyülenmiş gözlerle, içinde altı çorap olan kaba bakıyorsun. Bir şey yemeden, okumadan, neredeyse hareket etmeden odanda duruyorsun. Kaba, rafa, dizlerine, kırık aynadaki yansımana, kahve fincanına, elektrik düğmesine gözlerini dikiyorsun. Sokaktan gelen sesleri, damlayan suyu, komşunun çıkardığı sesleri, boğazını temizlemesini, öksürük krizlerini, su ısıtıcısının ıslığını dinliyorsun. Tavanındaki ince çatlağın kavislerini, bir sineğin beyhude zikzaklarını, gölgelerin tahmin edilemez yayılışını izliyorsun. 25 yaşındasın, 29 dişin, üç gömleğin, sekiz çorabın, geçinmek zorunda olduğun aylık 55 Frank’ın, artık okumadığın birkaç kitabın, artık çalmadığın birkaç kasetin var. Başka da bir şey hatırlamak istemiyorsun. Burada oturup, sadece beklemek, bekleyecek bir şeyin kalmayana kadar beklemek istiyorsun.