Daha doğrusu her aşkın köhne ve ebedî meselesi içindeyim: "Beni seviyor mu?" ve "Ne kadar?" Büyükanne, hala, teyze, koskoca insanlar bunun cevabını beş yaşındaki çocuktan bile istiyecek kadar zayıftırlar. Bambino küçük ellerini derece derece açar, "Beni ne kadar seviyorsun sualine "Oda kadar," "Ev kadar." "Dünya kadar," cevaplarını verir. Sevgisini adamına göre derecelendirmesini ve ölçmesini beş yaşında öğrenmiştir. Koketrisi de vardır. Her zaman doğruyu söylemez. Cevabını menfaatine veya merhametine göre ayarlandırır. Büyüklerden daha büyük olacağı ânı yaşamaktadır. Tahtından aşk ihsanları dağıtır. Bu çocuktan daha küçüğüz.
Ben yalan arayan zekanın gözlere verdiği ağır hareketi bilirim. Çok az yanılmışımdır. Bakış evvela sağa ve sola doğru kayar. Arama başlamıştır. Sonra göz bebeği yukarıya doğru bir kavis çizip aksi istikamete iner. Sonra tam karşı tarafa bakar. Donuktur. Bulamamıştır. İki üç defa kırpılır. Korku çırpınışı. Yalan aradığının sezilmesi ve aranan yalanın bulunmaması korkusu. Nihayet bütün yüzde, gergin çizgileri gevşeten bir kurtuluş hareketi. Yalan bulunmuştur. Gizlenen sevinç, dudakların ucunda belli belirsiz bir gülümseyiştir. Yarım saniye bile sürmeyen bu ruh macerası, bazen süjenin yorgun olduğu ânlarda daha kuvvetli bir kurtuluş işareti verir:
Çok pişman oldum. Ferhat'ı...
Kızardı ve önüne baktı. "Seviyorum," demek istediği muhakkaktı. Bu kelimenin telaffuz edilmediği zaman daha doğru olduğunu bilmez değildi.
'Oğlum, sen daha çocuksun, büyürsen kulağında olsun, ben idare adamıyım: Arnavutlarla Arnavut'um, Lâzlarla Lâz'ım, Çerkeslerle Çerkes'im, fakat aslen Türk oğlu Türk'üm."