Kitsch sözcüğü, ne pahasına olursa olsun, mümkün olduğu kadar geniş kalabalıkların hoşuna gitmek isteyen kişinin tavrını gösterir. Hoşa gitmek için, herkesin duymak istediğini doğrulamak, basmakalıp fikirlerin hizmetinde olmak gerekir. Kitsch, basmakalıp fikirler budalalığının güzellik ve duygu diline çevrilmesidir. Bizi kendi kendimize acımaya itip, düşündüğümüz ve hissettiğimiz sıradan şeylerle duygulandırıp gözyaşlarına boğar. Elli yıl sonra, Broch’un sözü bugün daha da doğru hale geliyor. Hoşa gitme ve bu yolla daha büyük kalabalıkların dikkatini çekme zorunluluğu düşünüldüğünde, kitle iletişim araçlarının estetiği kaçınılmaz olarak bir kitsch estetiği oluyor; ve kitle iletişim araçları, bütün hayatımızı kuşatıp içine sızdıkça, kitsch bizim estetiğimiz ve günlük ahlakımız haline geliyor. Yakın bir tarihe kadar modernizm, basmakalıp fikirlere ve kitsch’e karşı, düzenden yana olmayan bir başkaldırı anlamına geliyordu. Bugün modernlik, kitle iletişim araçlarının olağanüstü canlılığıyla karıştırılıyor ve modern olmak, güne ayak uydurmak, düzene uyum sağlamak, uyumlunun da uyumlusu olmak için delicesine çaba göstermek anlamına geliyor. Modernlik, kitsch’in kılığına büründü.
O halde, bir yüzyılın ruhu, sanatını ve özellikle romanını dikkate almadan, sadece düşünceleriyle, teolojik kavramlarıyla yargılanamaz. XIX. yüzyıl lokomotifi icat etti ve Hegel, evrensel tarihin ruhunu yakaladığından emindi. Flaubert ise budalalığı keşfetmişti. Açık yüreklilikle şunu söyleyeceğim: bilimsel aklıyla o kadar gurur duyan bir yüzyılın en büyük keşfi, bence budur. Elbette Flaubert’den önce de budalalığın varlığından kimsenin kuşkusu yoktu, ama bu biraz farklı anlaşılıyordu: Basit bir bilgisizlik, eğitimle düzeltilebilecek bir kusur olarak görülüyordu. Oysa, Flaubert’in romanlarında budalalık, insanın varoluşundan ayrılamayacak bir boyuttur. Zavallı Emma’yı, hayatının içinden aşk yatağına ve oradan da ölüm döşeğine kadar izler. Bu arada, iki tekinsiz agelaste, Homais ile Bournisien, ölü başı okuyucuları gibi Emma’nın tepesinde birbirlerine uzun uzun salaklıklarını anlatmaktadırlar. Ama Flaubert’in budalalığa bakışı içinde en çarpıcı, en afallatıcı olan şudur: Budalalık, bilimin, tekniğin, ilerlemenin, modernliğin karşısında silinmez; tam tersine, ilerlemeyle birlikte o da ilerler!
Reklam
Yazar, zamanının ve ulusunun manevi haritası üzerinde, düşünceler tarihinin haritası üzerinde yer alır. Bir romanın değeri, ancak roman tarihi bağlamında kavranabilir. Romancı, Cervantes hariç kimseye hesap vermek zorunda değildir.
Güzellik, umudu tükenmiş insanın mümkün olan son zaferidir. Sanatta güzellik: Asla söylenmemiş olanın aniden yaktığı ışık. Zaman, büyük romanlardan yayılan bu ışığı karartmayı asla başaramayacak; çünkü insanın varoluşu, insan tarafından sürekli unutulduğundan, ne kadar eski de olsa romancıların keşifleri bizi şaşırtmaktan hiçbir zaman geri durmayacak.
Roman, gerçekliği değil, varoluşu inceler. Varoluş ise olmuş bitmiş bir şey değildir; varoluş, insani olabilirliklerin alanıdır: insanın olabileceği her şey, yapabileceği her şeydir. Romancılar, varoluş haritasını, şu ya da bu insani olabilirliği keşfederek çizerler.
İnsan, herkesin birbirine benzediği ve günlük hayatın sürekli tekrarlandığı evrenden, eylem yoluyla çıkar; eylem yoluyla başkalarından ayrılır ve birey olur. Dante bunu söylemiştir: "Her eylemde, eylemi yapanın ilk niyeti kendi imgesini ifşa etmek, ortaya çıkarmaktır."
Reklam
1.000 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.