Asla var olmayan ve asla var olmayacak tüm o karakterler, bana sessizce ve yılmadan eşlik ederken, bir şekilde... o kadar da yalnız olmadığımı hissettirmişlerdi.
Marianne bazen kendini en alt basamakta görse de diğer zamanlarda hiç merdivende değilmiş, aşağısı-yukarısından etkilenmiyormuş gibi hissediyor; çünkü ne popülerlik peşinde ne de elde etmek için uğraşıyor. Baktığı yerden merdivenin kime ne fayda sağlayacağı meçhul, en tepedekiler için bile.
Bir vazo kırıldığında ve parçaları bir araya getirmeye çalıştığınızda bir daha asla birbirlerine uymazdı. En azından mükemmel bir şekilde. Eskiden olduğu biçimde. Yeni vazoda çatlaklar olabilirdi ama yarıklar sayesinde içine gün ışığı girerdi. Parlaklığının altında hayat gelişir, çatlakların arasından büyür ve yeniden çiçek açardı.
Bütün sır sevgide, yani gözün gibi bakmada, üzerine titremede, bir saatliğine bile olsa bir yere misafir gittiğinde, yüreğinde sıkıntı hissetmede, acaba bahçeme bir şey olur mu diye altüst olmada.
Hava hâlâ aydınlıktı ama umrumda değildi. Perdeleri kapatıp evi elimden geldiğince karanlık hâle getirdim, tek ışık şömineden geliyordu. Kendimi de böyle hissediyordum; karanlık, umutsuz. Sadece zamanımın geçmesini bekliyordum.
Tereyağlı ekmek ile kedi paradoksunu bilir misiniz? Kedi hep dört ayak üstüne, tereyağlı ekmeğin yağlı kısmı ise hep halıya düşer. Kedinin sırtına tereyağlı ekmeği bağlarlar ve iki teoriyi de kanıtlamaya çalışırlar. Sırtımda tereyağlı ekmek, dört ayak üstüne düşmeye çalışıyorum. Bu da benim paradoksum.