Uyuyan tanıdık yüzlerle çevrilmiş olmanın verdiği berbat his bir yana –sevdiğimiz ve bizi seven insanlar, varlığımızdan tamamıyla habersiz, duygusuz bir halde ve bir gün hepimizin gideceği o gizemli dünyanın bekleyişi içindedirler– askıya alınmış yaşamlar, dünle kopan bağlar, terk edilmiş koltuk, kapanmış kitap, ya da yarıda bırakılmış bir iş, hepsi ölümü çağrıştırır bize. Bu anın sükûneti aslında ölümün sükûnetidir. Renkler ve soğuk aynı çağrışımı yapar. Ev eşyalarının gecenin karanlığından sabahın aydınlığına çıktıkları anda büründükleri, çok eskilerde kalmış ‘yeni’likleri, insanların olgunluğun ya da yaşlılığın yıprattığı yüzlerinin ölümle birlikte eski genç görüntüsüne bürünmesini akla getirir.