Saqelenge

Saqelenge
@saqelenge
Azla mutluluk çokla didişmekten iyidir. Denis Diderot
Kamu
Lisans
Saturn
mars
131 okur puanı
Ocak 2018 tarihinde katıldı
Fakat hakkını teslim edeyim; çok muhterem zatmışsın Muazzez. Hani tabelanı yaptırıp göğsüme assam, desem ki, “Burada bir muhterem zat yatıyor”, seni bekleyen kollarıma çaput bağlarlar, gözyaşlarıma dilek taşları atarlar, yani o derece... Gelene geçene seni anlatıyorum, arkadaşlarımı aşktan soğuttun, dilimin tespihi oldun. Tekke ve zaviyeler kapalı hani oldu; senin ziyaretgâhmı kapatamadık gitti; sabah akşam sendeyim, çok fena çarptın beni be Muazzez.
Reklam
Hakan anlattı, onların eski evin arkasında da varmış yatır. Sabahları abdest almaya geliyormuş. Geldiğinde hazırda bulsun diye, ibrikle su bırakıyormuş annesi bahçeye, yere seccade seriyor, tespihleri yanına diziyormuş. Korku böyle bir şey Muazzez; insana her şeyi yaptırır, bunu bir aşıklar, birde inananlar bilir.
teneffüste okul çocukları gelir. Kimisi herşeye saldırır, kimi' istediğinden alır ama birisi hep en arkadadır. Usul usul kasaya yaklaşır, avucunu açar, terli küçük avucunda sımsıkı tutulmaktan iz yapmış bozuk para... Diğer elinde pahalı bir çikolata... “Bu paraya bu oluyo mu?” diye sorar çocuk. Olmuyor. Ama olmuyor denmiyor çocuklara. Oluyor, olmuyor ama oluyor. Çocuklar okula gider, o küçük çocuğun eksikliği bakkalda kalır.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Geçtiğimiz kırk gün evde görünmez bir ateş yaktım,kırk gün kırk gece kızılcık şerbeti kaynattım. Kazanın başından hiç ayrılmadım, gözlerime dumanlar doldu, ateşi kendimle besledim, çok yandım. Yalnız dikkat edelim, kan kusup kızılcık şerbeti içtim demedim; yüzdüm kaynar kazan içinde, kızılcık şerbeti içinde piştim. Ne hammışım ben meğer, bunu anladım.
Kuş gibi çıkıyorum o sabah evden. Saçlarım kanat olmuş, sana uçuyorum bir cumartesi sabahı. Bütün gecemi, uykumu, uyku arasındaki dönüşlerimi, rüyalarımı, yastığın soğuk yüzünü, bacaklarımın arasındaki yorganı, doğan güneşi, babamm kapıyı çekip gidişini, annemin çay kaşığı sesini, ekmeği, çayı hep sana yoruyorum. Seni hep oturduğumuz kafenin aynı masasında, pencere kenarında çakılı buluyorum. Kalkmıyorsun, bakmıyorsun. Garson “Bir şey ister miydiniz?” diye soruyor. Başını sallıyorsun. Garson gidince bir de ben soruyorum. “İstemez misin bir şey?” deyip gözünün içine bakıyorum. Ne istesen yapacağım, öyle bakıyorum. En olmayacak şeyi, en yapamayacağım şeyi istiyorsun benden. Diyorsun ki: “Ayrılmak istiyorum.” Aldığım nefesi verdim mi, yoksa hâlâ o iç çekişi mi taşıyorum ciğerlerimde bilmiyorum. Ben damarlarımdaki kanın “neden?” diye aktığını, kalbimin “neden?” diye attığını, şakaklarımın “neden?” diye zonkladığinı duyarken; sen ağzımdan çıkan o cılız “neden?”i zor duyuyorsun. “Hiç” diyorsun. “Öyle gerekiyor.” Sonra kalkıp ve öyle gerektiren yere gidiyorsun. Renkli yayın burada kesiliyor. Son renkli görüntü o sabaha ait.
Reklam
O akşam son durağa iki durak kala değişik bir şey oldu. Her zamankinden farklı olarak tek kalmadım otobüste. Biri daha vardı. Kızıl saçlı kız. Paltosunun yakasından dökülen saçlarını eliyle topladı ve çantasından çıkarttığı tokayla saçını atkuyruğu yaptı. Arkadan görüyordum, aramızda dört koltuk vardı. Ineceğim durağa geldim, inmek için yerimden
Ali Rıza öğretmen başını otobüs camına yasladığında Hacılar’ı da, verdiği emeği de, çocuklardan aldığı cevaplarıda unuttu. Aklını dolduran tek şey; nasibinin seni bir gün mutlaka bulduğuydu. Her şey insana yazılıyor diye düşündü; ama bazen ulaşmıyor. Bilmediğimiz nedenlerle dolaşıp duruyor hayatın içinde. Bazen yanından geçiyor insan yazgısının, bazen elinden tutuyor ama bunun kaderi olduğunu anlamıyor. Tam yakalayacak gibi oluyor ama uçup gidiyor. Sonra bir gün, hiç hesapta yokken, hiç beklemezken, başka âlemlerdeki seyrini tamamlıyor senin olan şey, çıkıp geliyor ve seni buluyor. Omer’ in saati gibi. .. Ali Rıza Öğretmen, biliyordu ki, günlerce başka kollarda gezen saat zaten Ömer'indi...
Çeşme başında sürüklenirken kırılıyor ilk Fehime. Kalp kırıklığı böyle bir şey. Kırıldığı yetmez, sağa sola saçılır kırıklari. Fehime’nin kalp kırıklarını kimse süpürmüyor yerden. Bir kürek dolusu kırık var oysa, yürüdükçe ayaklarina batıyor, tabanlarını kesiyor, dilim dilim yarıliyor vücudu, kan akıyor Fehime’nin içine, kuruyup kalıyor öyle. Ağlamıyor, gülmüyor, hissetmiyor Fehime. Bekliyor sadece. Kanadıkça daha çok bekliyor. Hiçbir zaman affetmiyor peşine düşmeyen ailesini, affetmiyor ama unutmuyor da. Bir omzunda kocasının, anasının, çocukların, evin yükünü taşıyor; bir omzunda unutulmuş olmanın yükünü. Fakat kadınlar yükü sadece omuzlarında taşıımiyorlar, sırtlarına da biniyor, karınlarına da, kasıklarına da. Iki çocuk doğuruyor Fehime, peş peşe. Evdeki iki çocuğun annesi doğumda ölmüş, ölür müyüm diye bekliyor, ölmeyeyim diyor, ölürsem başka bir kızı kaçırır sonra. Insan iyiyse hep iyi kalıyor. Kendi yerine gelebilecek kızlara kıyamıyor Fehime.
Gerçekten ölmüş Vecdi Kartal. Bizimkiler doblonun arkasına yükleyip de getirdiler tabutu. Şimdi burada tabuttan uzun uzun bahsedeceğim, ama bırakayım tabut konuşsun. Çünkü tabut, karşıdan bakınca konuşuyor, o derece güzel: “Almanya’dan geldim ama dilinizi biliyorum çünkü Muğlalıyım. Maunum, kulplarım pirinç, içim dışım vernikli. Muğla’da üretildim, Almanya’ya ihraç edildim. Tek kullanımlık tabutum ben, öyle diğerleri gibi içine yatır-göm, yatır-göm bir durumum yok yani. Transfer tabutu diyor Almanlar bize. İşte başka memleketlere mevta gönderirken kullanıyorlar. E boş tabutu geri göndermek de tabut parası kadar olacağından, tabut gittiği yerde kaliyor, artık sonumuz ne olur bilinmez. Ben şahsen hep bir Norveçli falan taşırım diye hayal etmiştim. Nedense o insanlara karşı ayrı bir ilgim var. Fakat gele gele Vecdi geldi. Bizde derler hep, taşıdığın insanın günahına göre ağırlık çöker üstüne. Yemin ederim Vecdi gâvur ölüsü gibi oturdu içime. Anladım bunun ne mal olduğunu da, işte taşımam diyemiyorsun. Kimin omuzlarında taşındığın da önemli tabii. Vecdi’yi almaya gelenlerde gram keder yoktu. Çimento çuvalı gibi attılar beni de Vecdi’yi de doblonun arkasına. Dedim başlangıcımız böyleyse, sonumuz hayır olsun inşallah."
O yıl, devlet parasız yatılı sınavı için duyuru yaptı öğretmenimiz. O sınava girmek istediğimi söyledim öğretmene, yalvardım hatta. Çalıştım, çok çalıştım ve kazandım. Annemi, babamı Nurşen’le birlikte bırakıp çıktım evden. Okulun ilk günü, ilk ders... Herkes ayağa kalktı, adını söyledi. Eski okulumuzdaki gibi annen ne iş yapıyor, baban ne iş yapıyor sorusu da yok. Kısa sürdü tanışma merasimi. Sıra bana geldiğinde, ismimi söyledim. Kalbim hızlandı, çok hızlandı. “Ayşen Durmuş” dedim. Öğretmen yoklama kâğıdında ismimi aradı, bana baktı, tekrar listeye baktı. “Öğretmenim kimlikte Nurşen ama herkes bana Ayşen der” dedim yutkunarak. Öğretmen üstünde durmadı, dolmakaleminin kapağını çıkarttı, Nurşen’in üzerine kocaman bir çizgi çekti. Yanina Ayşen yazdı. Dolmakalemden tek bir mürekkep damlası bile damlamad1 kâğıda. Öyle muntazam yazdı... Bütün bir geçmişin üzerini çizer gibi yazdı: Ayşen Durmuş.
Reklam
Reyhan Hanım’a gitmekten hiç vazgeçmedim. Evlenmedim. Elbet bir gün onunla da ayrılacaksak, kavuşmak manasız geldi, Reyhan Hanım’la yaşadığım ayrılığın hazzını, bir başkasının vuslatına değişmek istemedim. Emekli olmadan önce günlerim bakanlıkta ve mezarlıkta; emekli olduktan sonra evde ve mezarlıkta geçti. Benim için her üç mekân da birbiriyle aynıydı zaten. Evim benim mezarlığımdı, kendimi her akşam çelik kapının kilidini üç kere çevirerek yalnızlığa gömüyordum. Bakanlık, bütün 657 ’lilerin kabristaniydı zaten, çoğumuz devletin sigortalı ölüleriydik.
Sevgi, sevdiğin ölünce azalmıyordu. Azalsa zaten adı sevgi olmazdı.Yunus Emre’nin “Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil” dediği ten, Reyhan Hanım’ın o gün ışığında ışıldayan teniydi. Can dediğiyse zaten bende gizliydi. Daha önceleri Reyhan Hanım’ı uzaktan seviyordum, onun haberi olmadan, ona belli etmeden, ona anlatmadan. Şimdi de aynı durumdaydım. Tek fark ben ayaktayken, onun mezarda olmasıydı.
bu yoğun ve koşuşturmacalarla dolu günlerinde, benden başka neleri kendinden mahrum bıraktıysan sendeki değerimin ölçüsü odur ...
Ne kadar mutlu olursak o kadar az uykuya ihtiyaç duyarız.
Sayfa 25
Bir limanda bütün ışıklar sönse deniz mi biter, gemi mi azalır? Görmesek şu gördüklerimizi belki gönül daha kolay katlanır. Ama bilmek diye bir şey var ya. Bırakmaz yüreğin yakasını.
38 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.