Gerçekten de kadın sadece erkeklerin kurmacalarında var olsaydı müthiş nüfuzlu biri sanılırdı; çok yönlü; hem cesur hem acımasız; hem azametli hem aşağılık; hem olağanüstü güzel hem korkunç çirkin; erkek kadar büyük kimilerine göre daha da büyük. Ama bu, kurmacadaki kadın. Kadın gerçekte, Profesör Travelyan’ın da dikkat çektiği gibi kilit altında tutuluyor, dövülüyor, yerlerde sürükleniyordu.
Böylece, bileşenlerden oluşan son derece tuhaf bir varlık doğuyor. Hayallerde müthiş önemli, hayatta ise tamamen değersiz. Şiirlere baştan sona nüfuz etmiş, tarihten ise neredeyse tamamen soyutlanmış. Kurmacada krallarla fatihlerin hayatlarına hükmediyor; gerçekte ise anne babasının parmağına yüzüğü zorla geçirdiği herhangi bir oğlanın kölesiydi. Edebiyattaki en ilham dolu kelimeler, en derin düşünceler onun dudaklarından dökülüyor; gerçek hayatta ise zar zor okuyor, zar zor yazıyor ve kocasının malı sayılıyordu.
Hayat nasıl da güzeldi, meyveleri nasıl da tatlıydı, bu kin ya da şu tasa nasıl da önemsizdi, dostluk ne hoştu, benzer insanlarla olmak ne hoştu, insan güzel bir sigara yakıp pencere kenarındaki koltuğun minderlerine gömülürken.
“Biraz ilerleyip elimle bir damlayı karşıladım. Serin
ağırlığını parmaklarımda hissettim. Islanmanın hazzını alnımda ve saçlarımda da duyabilmek için şapkamı çıkardım. Kendimi tümüyle yağmur sarhoşluğuna bırakabilmek, damlaları üzerimde, cızırdayan sıcak tenimde hissedebilmek, sonuna kadar açılmış gözeneklerimden heyecan içindeki kanıma varıncaya kadar serinleyebilmek için sabırsızlıktan titriyordum. Ne var ki tıpırdayan damlalar henüz tek tük düşüyordu, fakat ben boşanacak doluluğu şimdiden seziyor; şakır şakır yağdığını, gürüldediğini, vanaların açıldığını duyuyordum; gökyüzünün ormanın üzerine, kavrulan yeryüzünün sıkıntısının üzerine ferahlık yayarak boşaldığını şimdiden hissediyordum. ”