Yurda döndüğü 1953 yılından itibaren Vatan gazetesinde sinema yazıları da kaleme alan bu bilgili genç adam, çok geçmeden tıpkı Fransız filmlerini andıran Yalnızlar Rıhtımı (1959) isimli bir film senaryosu kaleme alır. Başrollerde kardeşi Çolpan İlhan ve onunla daha önce iki filmde daha oynayan ve seyirci tarafından birbirine çok yakıştırılan Sadri Alışık rol alır.
Attila İlhan’ın Ali Kaptanoğlu müstearıyla kaleme aldığı senaryoyu, Türkiye’de Sinemacılar Kuşağı’nın kuruculuğunu üstlenen yönetmen Lütfi Akad filme çeker.
Film mutlu biter. Öyle ki bu filmden sonra birbirlerine gerçekten aşık olan Sadri Alışık ve Çolpan İlhan evlenir. Bu evlilik, Sadri Alışık’ın ölümüne değin sürer.
İlçede sinema yoktu. İle giderdik film izlemek için. Film altyazılıysa öpüşmezdin benimle. “Yazıları kaçırıyorum.“derdin. Sanırdın ki ben İngilizce bildiğim için bütün şarkıları, bütün filmleri ana dilimdeki şarkılar, filmler kadar iyi anlarım. Ben de alt yazılardan takip ederdim filmleri ama seni öpmek daha heyecan verici olurdu filmin diyaloglarını izlemekten. Sinema için ile gittiğimizde bir matineye zor yetişmiştik. Film Fransızcaymış. O gün seni öpmeye çalışmamışım. Filmden çıkarken; “ Evet bayım gördüğün gibi Fransızca herkesi eşit kılar.” demiştin.
Seni tanımadan önce ağaçların çiçek açtığı ve yaprak döktüğü mevsimleri hep kaçırırdım derdi resim yapmayı sevdiğim halde denizin mavisini bilmezdim yaprağın yeşilinin her mevsimde değiştiğine dikkat etmemiştim seni tanıdıktan sonra o güne kadar tabiat resmi yapmayı sevmediğim halde bir ağaç bir yaprak küçük bir ot bile çizmiş olmadığım halde ve
Resim nasıl geleneksel görevlerinin birçoğunu fotoğrafa bırakmak zorunda kaldıysa, romanın işlevlerini de röportaj ve kültür endüstrisinin araçları (Media), özellikle de sinema devralmıştır.
Ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
imrendiğin, öfkelendiğin
kızdığın ya da kıskandığın diyelim
yani yaşamışlık sandığın
Yazarın da, okurun da sahiciliği kaybolmuş gibi geliyor bana. İhtiyarlar gibi konuşmayı sevmiyorum ama hem yazarlar-şairler açısından hem de okur dediğimiz o bilinemez dert ortaklarımız açısından sanırım bir büyü bozuldu: O ayın dergileri geldi mi diye bir hafta boyunca her gün kitapçıya gitmek heyecanı kaç insanda sürüyor bilmiyorum... ya da şiirleriyle, yazılarıyla büyüdüğün bir şairi, yazarı göreceğim diye polis hafiyesi gibi gittiği mekânları, kitapçıları araştırıp uzaktan olsun görebilme, tanışabilme tutkusu... ya da yazarlar-çizerler-şairler olarak o ayın dergilerini ortaya yatırıp uzun uzun yayımlanan yazıları, şiirleri tartışmak... İletişim çağı dediğimiz bu yalnızlar hapishanesi sanırım edebiyat ortamını da kendi üstüne kilitledi. “Ortam”ın ilişkilerinde temas kalmadı; el teması, göz teması, ses teması... tınısı, duygusu, jesti, mimiği olmayan, sessiz sinema misali bir dünya insan sıcağının yerini aldı!