O HALİ, O YÜZŨ VE O SÖZÜ unutacağımı hiç sanmıyorum. Bir gazetenin sayfa ortasına çerçevelenmiş bir fotoğraftı. 97 yaşındaki ünlü tiyatrocu 'solunum yetmezliği' şikayetiyle hastaneye kaldırılmıştı. Başucunda, hemşire ve doktordan çok gazeteci vardı. Son bir fotoğrafını çekmek üzere başına üşüşmüşlerdi. Onlara hüzünle, elemle baktı. 97 yaşına ve solunum yetmezliğine rağmen asla ihmal etmediği ruj, rimel, fondöten, vesairenin
örtmeyi beceremediği kırışık yüzün çevrelediği dudaklarından ürkütücü kelimeler fisıldadı. "İşte" dedi, “işte gazeteciler de geldi. Söyleyin doktor, ölecek miyim?"
...
Bir ay kadar sonra, gazetelerde, ünlü tiyatrocunun boy boy fotografları bir kez daha yayınlandı.Gazeteciler tekrar başına üşüştüler. Ama o, onları göremedi. Az önce fani hayata gözlerini yummuştu.
Tabutu bir-iki gün orada burada dolandı. Sonra, bir zamanlar 'genç ve güzel yetenekli aktrisimiz' olarak icra-yı sanat eylediği tiyatro sahnesine birakıldı. En gerçek, en doğru
en öğretici oyununu, yazık ki ölümünden sonra oynamıştı. Sonra perde kapandı, mezar açıldı, üzerine toprak atıldı ve kendi hesabıyla başbaşa bırakıldı. Alkışlar, alkışçılar, şöhret
yüklü emekli aylığı, devlet sanatçılığı, gazete kupürleri, gazeteciler... hepsi terkedip gitti; o, orada yapayalnız kaldı.