insan Ruhu tabiatın ortak düzenine göre şeyleri her kavrayışında ne kendisi ne Bedeni ne de dış cisimler hakkında upuygun bir bilgiye sahiptir. Fakat onun ancak bulanık ve eksik bir bilgisi vardır. Gerçekten, insan Ruhu kendi kendisini ancak Bedenin duygulanışlarının fikirlerini kavraması bakımından bilir. Halbuki insan Ruhu kendi Bedenini ancak duygulanışların fikirleri ile kavrar ya da yalnızca onlarla dış cisimleri (de) kavrar; öyleyse insan Ruhu fikirlerine sahip olması bakımından ne kendisi için ne kendi Bedeni için ne de dış cisimler için asla upuygun bir bilgiye sahip değildir. Fakat yalnızca bulanık ve eksik bir bilgisi vardır.
Bütün bunlar çok iyi gösteriyor ki herkes şeyler hakkında kendi zihninin yatkınlığına (istidadına) göre hüküm veriyor ya da daha doğrusu herkes kendi hayal gücünün hayaletlerine (fantôme) asıl gerçekler gözüyle bakıyor. İşte bunun için bu münasebetle söylüyorum ki insanların hiçbir şey üzerinde anlaşamamış olmalarına şaşmamalıdır..
Eckermann ile konuşmalarda Allah'ın yüz ismi hakkında ifadeler mevcuttur. Bunlar 1831 Şubat sonundan Mart başına kadar devam etmiş olan Goethe'nin İblis tasavvurları bağlamında serdedilmiş mülahazalardır. Burada mufassal olarak Allah'ın mahiyeti hakkında konuşulmuyor, bilakis "kader fikri", mukadderat güçlerinin "esrarlı bir şekilde müessir olan bir kudreti" hakkında, uluhiyetin neşe ve ıstırap marifetiyle durumumuzu tayin etmesi hakkında knuşulmaktadır. Tabii, Goethe'nin dindarlığının bahis mevzuu edildiği burada yaşlı şairin Spinoza'yla olan ilişkisine dair kuvvetli itirafların bulunması tesadüfi değildir. Spinoza'nın hatırlanmasıyla birlikte hemen İslam da hatırlanmış olur ki bu, İslam'ın bazı öğretileriyle Goethe'nin pek sevdiği filozofu arasındaki bazm görüşlerin uyuşumunun gâyet tabii olduğunu açıklar.
Descartes her türlü kesinliği, Tanrının varlığının temellendirilmesine bağlamıştır. Yani, doğrucu bir Tanrının varolduğu, kendisinden hareketle değil, ancak başka bir şeye dayanarak yadsınamaz biçimde ortaya konmadıkça, kendi varlığımız dahil, bütün bilgiler şüpheli hale gelecektir. Spinoza ise tıpkı bir üçgen hakkında olduğu gibi, Tanrı hakkında da açık ve seçik bir fikre sahip olmanın yeterli olduğunu öne sürer. Bu fikir, Tanrının en üst düzeyde doğrucu, doğamızın sürekli yaratıcısı ve sürdürücüsü olduğunu zorunlu olarak içeriyordur zaten. Dolayısıyla bu fikre eriştikten sonra, ne Tanrının varlığından ne de matematik hakikatlerden ya da başka bilgilerden şüphe edebiliriz.
Ruhumda, bu yeni yaşam ilkesine ya da hiç değilse bunun hakkında bir kesinliğe, yaşamımın düzenini ve olağan seyrini değiştirmeden ulaşmanın bir şekilde mümkün olup olmadığı sorusuyla boğuşuyordum; bunu pek çok kez denedim, ama nafile.
Bu meseleler hakkında düşündükçe daha fazla kurt düşüyordu içime. Sonunda kaçışı olmayan bir kafa karışıklığı, bıkkınlık ve sıkıntı girdabına düştüm. Günahlarımı Roman ritüellerine göre itiraf edemez ve benden beklenenleri yapamaz oldum. Ruhumun selamete eremeyeceğinden korkmaya başladım. Beşikten beri içli dışlı olduğum ve inanç yoluyla içime işlemiş olan dini, bir anda reddetmek imkansız olduğundan kuşkularımı sesli dile getirmeye başladım (yirmi iki yaşında vardım yoktum): Öbür dünya için söylenenler uydurma olabilir miydi? Bu söylenenlere duyulan inanç, akılla bağdaşıyor muydu? Çünkü aklım pek çok şeyi gözüme sokar gibi tekrar tekrar hatıriatıyordu bana ve kulağıma (inanca) taban tabana zıt şeyler fısıldıyordu.