Onun kendisinin hakiki hüviyetini öyle bir görmeyişi,anlamayışı,daha doğrusu öyle bir görmezden,anlamazdan gelişi vardı ki Cevriye senelerce hiç sıkılmadan,kötülüğünü fark etmeden taşıdığı sürtüklük hüviyetinin ağırlığını onun karşısında taşınmaz bir yük eziciliği ile hissediyordu.
Bir gece kadınına, bir karanlık kızına bundan daha güzel ve onu daha iyi vasıflandıran bir sıfat bulmaya imkân mı vardı!
Güzelliği kadar ismi de kaldırımlarda meşhurdu.
"Fosforlu Cevriye..."
...
Kendilerine nasip olan neticeyi görmüşlerdi.
Günün birinde bir karakol köşesinde, bir kaldırım kenarında, bir arsanın yabani otları arasında, bir hendeğin içinde tek başlarına bu dünyadan ayrılmak...
Cevriye hayatı her zaman seviyordu. Hiç ölmek istemiyordu.
Burada geçirdiği günlerde ve onu kaybettiğini zannederek sonsuz bir korku ve ıstırap duyduğu dakikalarda bile, hayatı seviyordu.
Hayat ummaktı.
Hayat her şeydi. Yaşarsa onu tekrar bulabilir, yaşarsa onu tekrar görebilir, yaşarsa ona tekrar kavuşabilirdi.
Cevriye ölümü imkanların en sonuna kadar mübah görmüyordu.
Hiçbir şeyin kalmadığının zannedildiği zamanda bile, ümit vardı.
Çünkü hayat sayısız ihtimal ve imkânlar demekti.