Sözdiziminde ne kadar usta olursak olalım, mantık örgümüz ne kadar tutarlı ve ikna edici olursa olsun ifadelerimizin hepsi avcumuzla havayı yakalamak çabası gibidir. Dile getirmeye çalıştığımız şeyler konuşmaya, yazmaya, işaretlerle anlatmaya başladığımız zaman kaynağından öyle çabuk, öyle değişmeye uğramış halde uzaklaşır ki sonunda ortaya çıkan ifadeye razı oluruz.
Eğer zihin ülkemizin bize verildiğini ve ancak veriliş amacına hizmet etmek üzere devreye girebileceğini hatırlarsak, ayırt etme yeteneğimizi yerli yerince kullanabiliyoruz. Aksi halde yeteneğimizin bir yeterlilik olduğu zehabına kapılıyor ve ayırt etme üstünlüğünü kendimizden menkul sayan bencilce rahatlığımız içinde iyi, doğru, sahici, güzel, faydalı saydıklarımızı bir sütunda topluyor, buna gerçek diyoruz. Karşı sütunda kötü, yanlış sahte, çirkin, zararlı saydıklarımız kalıyor ve buna da yalan adını takıyoruz. Halbuki gerçeğin gerçek yüzü böyle değil. Gerçeğin yüzü hem yanlış, hem güzel, hem doğru, hem zararlı, hem çirkin, hem sahici, hem faydalı, hem sahte olabilir. Ayrım yapabilme yeteneğimiz bize gerçeği keyfimize göre biçimlendirmek için değil, ortaya çıktığında gerçeği tanıyabilmemiz için verilmiştir. Ama biz bu tanıma süresince beklemeyi göze almayabiliriz.
El-Enbiya suresinin otuzyedinci ayetinde mealen şöyle buyuruluyor: "İnsan aceleden yaratılmış[tır]. Size ayetlerimi göstereceğim. Benden onu acele istemeyin!"
Zihin ülkesinde yaşayan, ölen insan bu ülkenin düzenini kendi hevasına uyarak tertiplemeye kalkar ve iradesiyle bu ülkenin hareket istikametini belirleyebileceği zannına kapılırsa acelecilik etmiş olur. İnsanın zihin etkinlikleri sebebiyle kendini ve hemcinslerini felakete sürükleme macerası böyle başlar. Oysa bekleyenler sadece bekleme sabrını ve metanetini gösterenler iyinin, doğrunun, sahicinin, güzelin ve faydalının birbirine ne zaman, nerede denk düştüğünü görme fırsatına kavuşurlar.
Zihin bir ülkeyse eğer her ülke gibi onun da sınırları olmalıdır. Bu sınırlar içinde biz insanlar doğru-yanlış, sahici-sahte ayırımı yapıyoruz. Daha da ilginç: Ülkemizin bir tarihi var. Ruhbilimin sınıflandırdığı zihin etkinliklerinin her biri birer süreç. Anlama, bilme, öğrenme, dikkat, algı gibi etkinlikler, içinde yaşadığımız zihin ülkesinde "ömür" sürüyor. Estetik seçmelerimiz ve sanatı ilgilendiren ani kavrayış ve çakışın bile bir tarihi var. İşte biz bu şartlar altında insanlığımızı arıyor, buluyor, kaybediyoruz. Zihin ülkemizin bayındırlığı ve bağımsızlığı veya tersine tahribatı ve istilaya uğramışlığı tek tek her birimizi ilgilendirdiği gibi bütün insanlığı da ilgilendiriyor. Hepimizin tek tek zihin ülkesi olduğu, hepimiz aynı zihin ülkesinde yaşadığımız için seviyor, nefret ediyor, seviniyor, üzülüyor, kutsuyor ve kargışlıyoruz.
Biz insanların bir zihin ülkesinde yaşadıklarını söyledim, ama hepsi bu kadar değil. Biz insanlar aynı zamanda zihin ülkesinde ölürüz. Bir gerçek olarak ölüm sadece insanın tanıyabileceği, insanın farkına varabileceği bir vakıadır. Bir vakıa olarak ölüm sadece insanın tanıyabileceği, insanın farkına varabileceği bir vakıadır. Bir vakıa olarak ölüm insanın zihin etkinliği aracılığıyla kavranılır. Heidegger'in dikkatimizi çektiği gibi:"Bir insan doğar doğmaz ölmeye yetecek kadar yaşlanmış olur."Hemen eklemekte yarar var ki insanın doğumu hiç bir zaman biyolojik olaydan ibaret kalmaz. İnsanın doğduğu yer de zihin ve zihinler ülkesidir.
YILMADAN YAP. Fırsatı kaçıracağın için değil, önünde yılgınlık göstereceğin her kimsenin bir zorba veya bir zorba adayı olması yüzünden. Yılma ki sıcaktan kavrulana gölgen, suda boğulana elin erişsin. Önce yap, sonra açıklarsın.
"Keşke... diyen insanlar bilmiyorlar ki onlara o anda "keşke..." dedirten de önceki tutumlarının ortaya çıkardığı sonuçlardır. Her "keşke..." düşünceden uzaklaşmak, insanla ilgili asıl endişeyi tanımaktan kaçmaktır.
Düşünce dünyasının özellikleri öyle ayarlanmış ki eğer başkasının dokuduğu kumaşla örtünürseniz, o kumaşın nerede, ne sürede işinize yarayacağını bilmediğiniz için zaman zaman başkasının başka kumaşlarını almak zorunda kalacaksınız.