"Buluşmalarımızın her anını, bir şenlikmişçesine kutlardık. Yeryüzünde yalnız biz vardık. Bir kuştan daha cesur ve hafiftin. Bir hayal gibi, merdivenleri uçarak, yağmurlarla ıslanmış leylakların arasından geçirip, aynanın ötesindeki ülkene götürürdün beni. Gece çöktüğünde, bana mutluluk verirdi. Mihrabın kapıları açılır, yere uzanan çıplak bedenin ışıldardı yavaşça. Ben uyanır, "Tanrı seni kutsasın" derdim. Oysa bilirdim bunun ne kadar cüretkâr ve manasız olduğunu. Sen uyurdun, masadaki leylak uzanırdı, mavi gözkapaklarına dokunmak için. Soğuk olurdu mavi göz kapakların, ellerinse sıcak. İçeride, kristal ırmaklar akar, dağlar tüter, denizler ışıldardı. Kristal bir küre tutardın ellerinde ve uyurdun tahtında, huzur içinde. Ulu, Tanrım! Yalnızca benimdin. Uyanır, değiştirirdin sıradan ve fani sözlerimizi. Gırtlağım yeni bir güçle dolardı. "Sen" sözcüğüne yeni anlam verirdin. "Hükümdar" anlamına gelirdi artık. Her şey değişirdi. Leğen, sürahi gibi sıradan şeyler bile. Aramıza uzanırken, durmadan akan su. Sürüklenir giderdik karşımızda serap gibi duran mucize şehirlere. Yolumuz nanelerle döşeli olur kuşlar eşlik ederdi bize. Balıklar akıntıya karşı yüzerdi, gökyüzü açılırken önümüzde. Kaderimiz takip ederdi bizi, usturalı bir deli gibi."
-Andrey Tarkovski, Zerkalo/Ayna 1975