Geçen yıllar ve sürekli değişen ekonomik ile siyasi koşulların ardından, uygarlıkların sürekliliği, ulusların hali tartışılan konular olmaya devam ediyor. Bir yandan teknolojinin korkutucu alanlara el atması, diğer yandan da kapıda belirmesi an meselesi olan dünya savaşı, insanlar ve devletler açısından endişemizi dindirmiyor. Yazarımız Amin
Selçuklu ve Osmanlı döneminde de bugün de, ister Alevi ister Sünni inançtan olsun, halkın şamanik inançlarının dinsel bir tutuculuk tanımadığı, pekâlâ bir papazdan veya Hıristiyan din ulusunun ziyaretgâhından da şifa beklendiği biliniyor. Cin çarpması, ölenlerin ruhlarının geri gelip zarar vermesi, bazı gün ve zamanlarda bazı eylemlerin (tırnak kesme, çamaşır yıkama, ev süpürme, evlilik vs.) yapılmaması, avcılığın ve bazı hayvanların eylemlerine (baykuş ötmesi, kara kedi geçmesi, yılan görülmesi, tilki veya kurt uluması vs.) tanık olunmasının uğursuzluk getireceği, doğum sonrasında loğusayı etkilediğine inanılan albastı gibi eski inançlar, batıl inançlar adı altında olanca canlılığıyla yaşama devam ediyor.
Şehirler dinamikti, aynı kalmaz, hep değişirdi. Her yeni kuşak bir öncekini "tutucu" kılıyordu. Tutuculuk değil, değişimin hızına bir kırgınlıktı oysa bir önceki kuşağın yaşadığı. Değişimin yolculuk izlerini korumak mümkün olabilirdi.
Bu yerleşim yerlerini ecnebi eller vücuda getirmiş, bu temiz ve muntazam muhit yabancılar için hazırlanmıştı. Bu memleket sahiplerinin ölüleri yolsuz kabristanlarda, çökmüş mezarlarda, kırılmış, devrilmiş, çamurlara gömülmüş, eski mermer taşlar arasında yatar zinde olan gençleri de tutuculuk, tembellik, düşkünlük, gölgeleri altında, miskin ahşap evlerde yaşarken işte bizim zaafımızdan, tembelliğimizden, istifade eden bizi küçük gören rakipler buralarda bu gösterişli yapılarda mesut ve mağrur bir hayat geçiriyorlardı.