Yağmur yağıyor, iliklerime kadar üşüyorum. Güneş açıyor, utanıyorum yalnızlığımdan. Kar yağıyor. Ağarıyor çirkin yüzü merhametsiz sokakların. Güneş açıyor, utanıyorum yalnızlığımdan. Ben bu şehirde sensiz yaşayamam.
Ah, ben ölünce neler söyletecekler sana:
Ne buldun diyecekler, onun nesini sevdin?
İyisi mi, sevgilim, sen hepten yan çiz bana
Zaten bende ne arar senin değer dediğin?
Meğerki uydurduğun erdemli yalanlarla
Hiç layık olmadığım şeyler yakıştırasın
Cimri gerçeğin vermek istediğinden fazla
Bu ölüye, ardından, övgüler yağdırasın.
Ah, belki gerçek sevgin görünür diye sahte
İstemem aşk uğruna yalancıktan övmeni
Adımı da gömsünler cesedinle birlikte
Yaşamasın; ne beni utandırsın, ne seni.
Utanıyorum işte bunlara yol açmaktan
Hiç değer taşımayan şeylerden sen de utan.
Şehrin kıyısında, ufacık bir derenin kenarında, dalları suya sarkan ihtiyar bir söğüt ağacı vardır. İlkbaharın başlangıçlarında bu söğüdün dallarına bir dişi kırlangıç gelip kondu; derenin bir başından bir başına yıldırım gibi uçan, beyaz göğüslerini suya dokundurarak şeffaf kanatlı küçük böcekleri yakalayan diğer kırlangıçlara bakmaya başladı.
“Ne işim var onun barında falan?” dedi adam biraz da öfkeyle. “Adımımı atmam. Zaten utanıyorum arkadaşlar oğlan ne yapıyor Rıza dediklerinde... Cevaba bak benim. ‘Bar açtı, karı oynatıyor.’ Tövbe tövbe. Bir de gidip gözlerimle mi göreyim rezilliği?”