Sabahları, yüzüm hâlâ duvara çevriliyken, penceredeki ağır perdelerin tepesinden gün ışığının rengini daha görmeden, havanın o gün nasıl olduğunu hemen anlardım. Bana bu konuda sabahın ilk sesleri bilgi verirdi; hava rutubetliyse, sesler bana boğularak, çarpılarak ulaşırdı; ferah, buz gibi ve berrak sabahlardaysa, çınlayan boş havada sesler birer ok gibi titreşirdi; daha ilk tramvay geçerken, tekerlek seslerinden, soğuk bir yağmur mu yağdığını, yoksa sabahın masmavi bir gökyüzüne doğru mu yol aldığını anlardım. Bu seslerden de önce, daha süratli ve keskin bir dalga uykumun arasına sızıp kar habercisi bir hüzün yaymış olabilirdi uykuma; ya da bir görülüp bir kaybolan minik bir şahsiyete peş peşe o kadar çok sayıda güneşe övgü ilahisi söyletirdi ki, sonunda bu şarkılar beni daha uykumda gülümseterek, kapalı gözlerimi kamaşmaya hazırlayarak, sersemletici bir müzikle uyandırırlardı.