Küçüklüğünden beri hissettiği suçluluk, özgüvensizlik, yalnızlık ve dışlanma duygularına Deborah’ın zihni bir savunma mekanizması geliştirir: Şizofreni.
Duvarları demir parmaklıklara bezenmiş akıl hastanesine bırakıldığında, asıl yolculuğu başlar Debby’nin. Her bir deli, sabahları iç dünyalarının karanlığına; geceleri, acı veren sıkı iplerin kollarına hapsolmaktadır çünkü.
“Dünyada yaşayanlar için, pencerelerden içeriye gün ışığı sızıyordu ama bu ışığın parıltısı ve sıcaklığı algılayamayacağı kadar uzaktı ona. Onu çevreleyen hava hâlâ soğuk ve karanlıktı. Acı kaynağı, etini yakan ateş değil, işte bu sonsuz yabancılaşmaydı.”
Buna rağmen hepsi dış dünya denen düşmandan ve onun yargılamalarından uzak, nispeten huzur içinde yaşayıp gitmektedir. Ta ki, küçücük bir “belki” Debby’nin ruhunda filizlenene kadar.
“Tanrım, işkencelerini çok kurnazca yapıyorlar!”
“İplerle bağlamalarını mı kastediyorsun?”
“Umudu kastediyorum!”
Yer yer ağladığım, yer yer kendimi Debby‘de bulduğum, bana “belki de herkes biraz delidir” diye düşündüren bir kitaptı.
Olay romanlarındansa kişinin iç dünyasını merkeze alan kitapları okumayı seven herkese şiddetle öneririm.