Bazı acıların, öylesine içlerine işlemiş, öyle incelikleri vardır ki, ruhtan mı yoksa beden mi kaynaklanırlar, hayatın boşluğu karşısındaki rahatsızlığı mı yansıtırlar, yoksa karaciğer, mide ya da beyin gibi organik bir uçurumumuzun hastalanmasından mı kaynaklanırlar, anlayamayız. Kim bilir kaç kez, her zamanki özbilincimin, kaygılı bir durgunluğun karmaşık çökeltilerine karışarak karardığını hissetmişimdir! Kaç kez var olmak canımı yakmıştır, o derece anlaşılmaz bir bulantıdır ki bu, hayattan tiksinmekten mi ileri gelir, yoksa kusacağımın habercisi midir, ayırt edemem! Kim bilir kaç kez...
Bugün ruhum, bedenime kadar ulaşan bir hüzne gark olmuş durumda. Belleğimi, gözlerimi, kollarımı, her yerimi acıtıyorum. Sanki olduğum şeye tamamen yayılmış bir romatizmaya yakalanmışım. Varlığım günün duru aydınlığından, masmavi gökyüzünden, tepede asılı, salkım saçak ışık dağıtan dalgadan etkilenmiyor. Bizi kuşatan havaya bir kişilik kazandıran, sanki hâlâ yaz ortasındaymışız gibi sonbaharı hatırlatan, hafif, serin meltem hiç neşe vermiyor bana. Hiç benim için hiç. Hüzünlüyüm, ama belirli – hatta belirsiz bir hüzün bile değil bu. Orada, dışarıda, çöp tenekeleriyle dolu sokakta yaşıyorum hüznü.
Bu ifadeler ne hissettiğimi tam olarak tercüme edemiyor, zaten hiçbir şey hissettiklerimizi tam olarak tercüme edemez hiç kuşkusuz. Ama öyle ya da böyle hissettiklerimin etkisini başkalarına iletmeye çalışıyorum –