Adamlarımız korkunç açlık çekiyordu. Anlatırken bile tüylerim ürperiyor, açlıktan çılgına dönmüş olanlar orada yatan ölmüş Serazenlerin butlarından parçalar kesiyor, bunları pişirip yiyor, pişmesini dahi beklemeden vahşice silip süpürüyorlardı.
30 Eylül'de Latinlerin teslim olma koşulları Sultan ile İbelin'li Balian arasında, daha fazla kan dökülmeden belirlendi. Selahaddin 2 Ekim 1187'de kente girdi.
Taç giymesinden kısa süre sonra Baldwin'in sağlığı fena halde bozuldu. Ergenliğe geçiş döneminde cüzzamı daha da arttı ve kısa bir süre sonra ''el ve ayakları ile yüzünde yaralar çıktı, onun bu halini görenler derin bir acıma duygusuna kapılıyorlardı''.
Kuşatan ve kuşatılanlar bu azimli hazırlıklarına yalnızca moral bozucu barbarlık gösterileri için ara vermekteydiler. Tahta haçlar sürekli olarak surların üzerine taşınıyor ve bunların üstüne tükürülerek ya da işenerek Haçlıların öfkelenmesi sağlanıyordu. Franklar da Kudüs'teki garnizonun gözü önünde esir aldıkları Müslümanların kafalarını kesiyorlardı.
Bu coğrafyanın kaderi neden bu kadar acı içerikli olarak yazılmış acaba ? Acaba buralar gerçekten kutsal topraklar mı yoksa lanetlenmiş topraklar mı diye insan düşünmeden kendini alamıyor. Okuduğum bu kitabın anlattığı yüzyıllar öncesinin iki asrı kapsayan dönemiyle bugünkü dönemde değişen bir şey var mı diye sorarsanız. Maalesef ki kocaman bir
Haçlı Dünyasına ve hedefteki İslam Dünyasına derinlemesine bir bakış açısı katılmış durumda. Özellikle yazar objektif bakış açısı ile İmadeddin Zengi'den, Selahaddin Eyyubiye oradan Kılıç Aslana kadar nefis bir anlatım tarzı yakalamıştır. Kitabımız Pierre L'Ermite'in ilk kıvılcımı Avrupaya düşürdüğü zaman ile Frenklerin ve Haçlı ordularının Kumandanı IX. Louis'in yaşamını yitirmesine kadar ki süreci içerisine alır. Aynı zaman da bu kitap Moğol tehlikesi altında olan İslam Dünyasına da detaylı bir inceleme olanağı katıyor.
Haçlı SeferleriThomas Asbridge · Say Yayınları · 201439 okunma
Kitap tam bir ortaçağ beyefendisi olan William Marshall'ın hayatını romanımsı bir havada anlatıyor. John Marshall'ın üçüncü çocuğu olan, beş yaşındayken Stephen Blois'ya esir düşen ve infazdan kıl payı kurtulan, yirmisine geldiğinde meşhur Akitanyalı Eleanor'un muhafızlığını yapıp hayatını kurtaran, sonra onun en büyük oğlu Genç Henry ile Avrupa'da joustinglerde ününe ün katan, Henry'nin ölümüyle babası Kral II. Henry'ye hizmet eden, o da ölünce oğlu Richard'a, o da ölünce John'a, yetmezmiş gibi o da ölünce çocuk kral III. Henry'nin vesayetini alan yüce şövalye William... 72 yıllık ömründe beş krala hizmet eden, bir haçlı seferine katılan, bir de Magna Carta'yı sığdırmış hakkı yenen bir adamın öyküsü.
Yazar dönemin kaynaklarını ve sonradan yazılanları bir araya getirerek güzel bir kitap ortaya koymuş. Yine de kitabın en büyük zaafı da bu aslında; yazarın kullandığı (doğal olarak) ana kaynaklardan birisi William'ın ömrünün sonlarında yazdırdığı Histoire de Guillaume le Maréchal isimli biyografi. Haliyle bir insan kendi biyografisinde yaptığı kötü işleri yazar mı, veya ne kadar objektif olur tartışılır. Örneğin William'ın babasını zalim, oğlunu hiç sevmeyen vurdumduymaz bir odun olarak lanse etmesi, veya hizmet ettiği kralların sütten çıkmış ak kaşık gibi anlatılması kitabın inandırıcılığını biraz zedeliyor.
Yine de II. Henry'den, John'a kadar olan dönemi farklı bir bakış açısıyla öğrenmek isteyenler için fena değil.