'Siyonizm' adı verilen milliyetçi ideolojinin tanımını Garaudy şöyle yapmaktadır:
"Irkçılığa dayanan iç politika; muhayyel bir göç sonucu geleceklere "yaşam alanı" açmak için saldırganlığı ve yayılmacılığı esas alan bir dış politika; ve devlet terörizmi olarak en iyi ifadesini bulan siyasî eylem biçimi."
ABD'nin, UNRWA'ya yapmış olduğu yardımları kesmesinin ardında ulaşmak istediği üç temel hedef vardır: Birincisi, Filistin halkının, deyim yerindeyse, 'nefes alabileceği tüm kanalları tıkayarak' onun direnişini tümüyle kırmak ve bu mazlum halkın ‘teslim anlaşması' niteliğindeki bir çözümü' (!) sineye çekmesini sağlamak; ikincisi, Hamas ile Filistin halkının karşı karşıya getirerek, hususiyetle Gazze'de Hamas yönetimine karşı güçlü bir muhalefetin oluşmasını ve ardından bu muhalif güçlerin mevcut yönetimi alaşağı etmesini imkân dâhiline sokmak; üçüncüsü, İsrail'le istişare hâlinde, muhtemelen bazı Arap ülkelerinin gizli ya da açık desteğiyle, Filistin halkına 'devlet' olmaktan başka her şeye benzeyen bir siyasî formülü dayatmak. Bu 'devlet' (!), bölük pörçük kantonlardan oluşacak (Güney Afrika'da apartheid döneminde ırkçı rejim eliyle oluşturulmuş Bantustanlar gibi), Doğu Kudüs'ü içermeyecek, siyasî ve askerî olarak İsrail'in güdüm ve denetiminde, deyim yerindeyse, onun 'vassalı' olacaktır. ABD-İsrail ikilisinin, hem Filistin halkına hem de Arap ve Müslüman halklara yeni bir ihaneti olarak görülebilecek ve bu yönüyle de 21. yüzyılın yeni "Balfour Bildirisi" olarak tanımlanması gereken bu kumpas-planı, 'taşların bağlandığı, köpeklerin salındığı' günümüz konjonktüründe adım adım yürürlüğe konmaya çalışılmaktadır.
ABD yönetimi uzun bir süredir İsrail'le istişare hâlinde Filistin'e ilişkin bir barış planı hazırlamaktadır. Ama bu öyle bir 'barış planı'dır ki, Filistin halkı için şu üç şeyi öngörmektedir: sürekli esaret, aşağılanma ve millet olarak yok sayılma.
İsrail'in yayılmacı politikaları hususunda, başta ABD, küresel düzeydeki mütehakkim güçlerin ya destekçi olduklarını ya da bu devlete yönelik -yumuşak tepkiler dışında- ciddî bir itirazda bulunmadıklarını belirtmek gerekir. İsrail'in Filistinlilerle ya da Arap komşularıyla barış yapma hususunda hiç de istekli olmadığı bilinmektedir. Bu yaklaşım, İsrail'in Yahudi vatandaşlarının kahir ekseriyetince de desteklenmektedir. Açıktır ki, başta ABD, gelecekte, küresel hegemonik güçlerin herhangi birisinin arabuluculuğunda gerçekleştirilebilecek olan İsrail-Filistin ikili barış görüşmelerinden Filistin halkının haklarını tasdik eden, onların self-determinasyon hakkını çıkış noktasi olarak kabul eden ve Filistinlilerin nihaî olarak sürdürülebilir bir devlet kurmalarına imkân sağlayan bir çözümün çıkma ihtimali hemen hemen hiç yoktur. İsrail iyi bilmektedir ki, söz gelimi, ABD, Siyonist devlet ne yaparsa yapsin, onun arkasında durmaya devam edecektir.
İsrail yalnızca Filistin toprakları üzerinde yasadışı işgalci olarak tahakküm kurmuş değildir. Siyonist devlet, aynı zamanda, düzenli olarak savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve barışa karşı suçlar işlemektedir.
İsrail, self-determinasyon hakkı çerçevesinde Filistin halkının bağımsız devlet kurma hakkının İsrail-Filistin müzakerelerinin ana parametrelerinden birisi olarak kabul edilmesini şiddetle reddetmiştir. Siyonist devletin bu husustaki kararlılığı, İsrail'in bir sömürgeci-yerleşimci devlet olduğu gerçeğiyle yakından ilişkilidir. Başka bir deyişle, İsrail'in, diğer devletler gibi 'normal' bir devlet olarak kabulü, mâkul ve mantıklı değildir. Aksine, Siyonist hareket daha başlangıçtan itibaren Filistinlileri topraklarından söküp atmayı ve onların boşalttığı topraklara Yahudileri yerleştirmeyi temel hedef olarak belirlemiştir. Bu hareket, her aşamada, Avrupa sömürgeciliğinin Batı'nın kendisi dışındaki coğrafyalarda gerçekleştirmiş olduğu acımasız hâkimiyet, tasallut ve sömürüyü kendisi için ideal bir model olarak belirlemiş bulunmaktaydı.
Mevcut normatif ve kurumsal düzen, ABD, İsrail ve Rusya gibi bir kısım aktörlerin işgal, saldırganlık ve askerî müdahaleler yoluyla sahada sağladıkları kazanımları, uluslararası hukuk çerçevesinde 'kılıfina uydurmasına' imkân verir niteliktedir. Adâlet ve hukuk yerine kaba gücü arkalayan bu durumun, insanlığı, hukuksuzluğun ve keyfiliğin hâkim olduğu, derin acılarla yüklü bir tarihin -sömürgecilik tarihinin- belli rötuşlarla yeniden hortlatılmasını mümkün kılabilecek bir cendereye soktuğunu ifade etmek gerekir.
Yaklaşık yüzyıldır, Ortadoğu isminin, uluslararası hukukun, adâletin ve insan haklarının kapısından girmesine izin verilmeyen âdeta 'lanetli' bir coğrafyanın adı olduğunu belirtmek gerekir. Kaba gücün hâkim olduğu ve dolayısıyla orman kanunlarına tabi olan bu 'istisnaî' siyasî coğrafyada, halkların iradesinin belirleyici olmasına şiddetle karşı çıkılması, küresel emperyalizmin ve onun bölgedeki işbirlikçisi olan Siyonizm'in âdeta amentüsü gibidir. Bu bölge, bugün, ne sömürgeciliğin ve neo-sömürgeciliğin, ne de bir bütün olarak emperyalizmin av sahası olma niteliğini kaybetmiştir. Küresel mütehakkim güçler, bu bölge içindeki aktörlerin küresel sistem içinde kendi iradelerinin belirleyici olduğu bir aktif özne olarak değil, emperyalist güçlerin bölgeye ilişkin planlarının pasif bir uygulayıcı olarak kalması konusunda, geçmişte olduğu gibi, bugün de kararlı bir tutum sergilemektedir.
İsrail, tarihinin hiçbir döneminde Filistinlilerle ya da komşu Arap ülkeleriyle (kalıcı/hakkaniyetli) barış yapmayı istememiş, bunun yerine 'düşmanları' üzerinde askerî üstünlük kurma ve bölgesel tahakküm oluşturma yoluyla dayatmada bulunma stratejisini benimsemiştir.
1998'de, kendisini 'barış yanlısı' olarak gören Demokrat Partili Bill Clinton döneminde, Hartum'da bulunan Sudan'ın ve hatta Afrika'nın en büyük ilaç fabrikası, burada kimyasal silah üretildiği iddiasıyla füzelerle imha edildi.
Soğuk Savaş sonrasında Batılı devletler bloğu, sayıları eskiye nazaran sürekli artan uluslararası kurum ve mekanizmaları harekete geçirerek gelişmekte olan ülkeler üzerinde tahakkümünü ve elde etmiş olduğu imtiyazları sürdürmeye imkan veren küresel bir düzen tesis etmişlerdir. Kuşkusuz BM Güvenlik Konseyi de bu büyük ağın bir parçasıdır.
Filistin-İsrail sorununda tarafımızın neden zalim İsrail değil, mazlum Filistin olduğunu apaçık ve oldukça "nesnel" bir biçimde görebileceğimiz çok kapsamlı bir eser. Meselenin dini, sosyolojik, tarihi vb. boyutlarının sıkça konuşulduğunu görürüz fakat hukuki açıdan "nedir" ve "ne yapılmalıdır" sorularına cevap bulabildiğimiz bir çalışmaya pek rastlamayız; en azından Türkçe kaynaklarda... Bu kitap bu eksikliği eşsiz bir biçimde doldurmuş çok kıymetli bir akademik çalışma niteliğinde.
Şahsen, Filistin meselesini ana hatlarıyla öğrendikten sonra bu kitabı okuduğum için bilgilerin çok daha sağlam yerleştiğini ve üzerine daha rahat yorum geliştirebildiğimi fark ettim. Sizlere de meseleye dair temel bilgileri edindikten sonra bu kitabı okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.
İsrail'in Filistinliler üzerindeki baskı ve zulmü öylesine kapsamlı ve derindir ki Siyonist devlet, Filistinlilerden gelebilecek bir intikamın korkusunu sürekli enselerinde hissetmektedirler. O nedenle İsrail, Filistinlilerle irtibatlandırdığı hemen her şeyi "güvenlikleştirmiş" bulunmaktadır.
Herhalde dünyadaki hiçbir mesele, uluslararası düzenin ve hukuki süreçlerin adaletten önemli ölçüde yalıtıldığını, tutarsızlığını ve ikiyüzlülüğünü, Filistinlilerin Siyonizm'in kurbanları olarak yaklaşık yüz yıldan bu yana yaşadıkları korkunç trajedi kadar ortaya koyamaz.