"Yasamak; sevgi içinde, yürümenín, ağlamanın, nefes almanın, yive bilmenin, koklayabilmenin, soluk almanın ve işte bütün bunlanı başara bilen insanın kıymetini bilmektir.
Misafir subay höpürdeterek kavrulmuş nohuttan yapılmışını bile zorla bulabildikleri kahveden ilk yudumunu aldı, genç subaya döndü, onu tepeden tırnağa süzerek:
"Hey mübarek dağ, bak bakalm bana! Gelecek nesiller senin kiymetini bilir ve burada bugün olanları, sebil olan şu canları umarım hatırlarlar. Başarırsak, bunca kana ve cana mal olan bu tepenin değerini umarım anlayabilirler…”
Ortada yakılan ateşin üzerindeki her tarafı isten simsiyah olmus bir demlikten hiçbiri birbirine benzemeyen bardaklara doldurulan Ingiliz çayını paylaştılar. Molalarda her zaman ihlamur, tarçın gibi sıcak yerli içecekler içilirdi. Bazen de, genelde Istanbul'dan izinden dönenlerin getirdiği çay ve salep gibi biraz daha pahalı içecekler silah arkadaşları arasında ikramlar şeklinde böyle paylaşılırdı. Çaylarını çabuk çabuk, höpürdete höpürdete içtiler. İçerken de birbirleriyle hiç konuşmadılar, hepsi başka başka dünyalara gitmiş gibi dalgınlaşmıştı.
Bembeyaz kesilmiş, ıslaklıktan buruşmuş tabanlarına bakınca su topladıklarını görüp kendi kendine söylendi:
"Benimkiler böyle olursa askerlerinkiler nasıldır kim bilir?"
Bu memleket evlatlarına hiç değilse kısa bir soluk verelim. Sonra canlarını yine isteriz memleket uğruna. Seve seve neden bile demeden, verirler bilirsin.