...kısa süreliğine hepsi, aynı şeyi hissetmişti. Onu durdurmaya gelmişler belki ancak, o gözleri, o titreyen dudaklarını gördüklerinde adamın, bundan vazgeçtiler. Polisler saygıyla bir adım geri çekildi. Adam tekrar şimdi karanlık olan ufka baktı, artık hazırdı. Kendini yavaşça öne doğru bıraktı ve hemen sonra gözden kayboldu. Birkaç saniye sonra ani bir gürültü duyuldu. Adam, arabanın çok yakınına düşmüştü, karısının, çocuğunun yanı başındaydı. Bir farkı kalmamıştı onlardan. Sadece biraz daha tanınmayacak haldeydi, yüzükoyun huzur içinde kendi kanı içerisinde uyuyordu. Tanınmaya değecek biri değildi zaten. Bir hiç olarak yaşadı, bir hiç olarak öldü. Özenle katladığı ceketiyse hâlâ çatıda, yalnız başına yeni sahibini beklemekteydi.
Ve sen, hayatımın bir bölümünde varlığını azaltarak sürdürürken, sana biyolojik olarak gerçekten de çekilmiş olmama rağmen, hiçbir şey böylesine asil değildi.
Sen bir ihtiyaçtın, hâlâ da bir ihtiyaçsın.
“Aynadan, ışıktan, sesten uzak durulacak anları kovalıyordu, zira o kendisini yalnızca varlığın tüm alışılagelmişliklerinden azad olma ve imleri salt hâlleri ile yargılama durumuna erişebildiğinde mutluluk diye adlandırdığı beklentisiz ve sonrasız bir hâlinde bulabiliyordu.”
Şu yukarıdaki cümlenin güzelliğine bakar mısınız? İşte bu edebiyat.