Ağustos ayının başları... Tolga, mavilerin ortasında yükselmiş duran Kız Kulesi'ni derin derin izledi. Leandros'un aşkını düşündü. Hero'yu... Boğazın soğuk sularına gömülen âşıkları. Hazin hikâyenin trajik sonunu...
İçini çekti...
Biraz su içtim. Kaldığım yerden devam ettim. Az önceki gücümün zirvesinde değildim. Kollarım yorulmuştu. Ama bu yorgunluğu yüreğimin yorgunluğuna tercih ederdim. İnsan yer, içer, uyur. Bünyesindeki yorgunluğu bir günde atar; fakat içinde biriken yorgunluk oturur kalır. Ne yeme içme, ne uyku... Uykusunda bile rahatsız eder. Kâbus olur... Uzuvların uyuşur. Bir daha uyumayı bile düşünemez insan. Soğuk yenen yemeğin tadını alamamak gibidir bu yorgunluk. Boğazımda düğümlendi tabiri vardır. Bendeki de kördüğüm.
Ekmeğimi, yumurtamı, peynirimi, zeytin ve yeşil soğanımı üstüne koydum.
Yeşil soğan, peynir ve ekmek, İnce Memed'i hatırlattı bana. Yaşar Kemal'i de elbette...
Karıncalar misafir buyurdular hemen. Ekmeğin kokusu yükseldi birden, nasıl da unutturmaya yardımcı oluyor her şeyi. Açlık bastırmak ne güzel bir hazmış. Farkındalık yaratmayı bilmeli insan.
Sırt çantamın olduğu yere gittim. İyi yere kamp kurduğumu anladım. Acıkmayı seviyorum. Yemeğin ekmeğin kıymetini hatırlatır bana. Tanrı'ya teşekkür etmeyi de.