Özlemek için insan kendisinden bir şeyler vermiş olmalıydı. Yani bir parçasını o kişiye vermiş ve o parçasına tekrar kavuşarak eksikliğini gidermek, tamamlanmaktı mesele. O hâlde kendinden bir parça vermediğin insanı ne özlersin ne de ona kavuşmak için çaba harcarsın.
Aşk... Aşk olsundu gerçekten. Aşk olmayınca bir şeyler hep eksik kalıyordu. Nesneler renklerini yeterince kabullenmiyor ve yemekler tatlarını yiyenden kıskanıyorlardı. Aşık olan insanlar bu dünyanın başrol oyuncularıydı ve diğerleriyse figüran. Aşk öyle bir şeydi ki en işe yaramaz eşyayı bile kutsal bir anlama kavuşturabilirdi
Aşk dediğin iki yıl veya üç yıl fark etmez, ömrü olan ve biten bir şey! Sen varsın ve ölene kadar olacak tek gerçek sensin. Şimdi sen ol, hatta 'en iyi sen' ol!
Aşk zaten yalan değil miydi? İnsan kendisinden başka bir varlığa nasıl âşık olabilirdi ki? Madem kendindeki eksikliği tamamlayana âşık oluyorsan yine kendine âşık olmuş olmuyor muydun?
Zaten aşk bu değil miydi? Sendeki eksiği tamamlayan o şey... Bir insan veya bir eşya... Ne fark ederdi ki? Bir varlık değil miydi insanı kendine âşık eden? Yarım bir elmanın diğer yarısını bulması değil miydi o sevince benzeyen ama çok daha derin olan duygu?
Anladım ki, susmak cüsse işi, derin denizlerin işi
Sığ suları en hafif rüzgarlar bile coşturabiliyor
Derin denizleri ise ancak derin sevdalar
Anladım ki, derin ve esrarengiz olan her şey susuyor
Anladım ki susan her şey derin ve heybetli...