Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

İlkay Tuna

İlkay TunaYüzün Böylesine Hüzünken yazarı
Yazar
10.0/10
1 Kişi
4
Okunma
0
Beğeni
765
Görüntülenme

İlkay Tuna Gönderileri

İlkay Tuna kitaplarını, İlkay Tuna sözleri ve alıntılarını, İlkay Tuna yazarlarını, İlkay Tuna yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Güneş doğduğunda fısıltılar çoğalmaya başlayacaktı. Artık ben de "Miş"li geçmiş zamanlı tümcelerin öznesi olacaktım. Her şey gibi ben de artık sadece bir söylenceden ibaret olduğumda bu tek kişilik meydan savaşı sona erecek, herkesin başka bir kahramanlık destanı, başka sebep- sonuç yorumları olacaktı. Kulaktan kulağa geçerken değişecekti birçok yaşanan, yaşanmamış olan...
Garın kokusunu severdim, bekleme salonlarının uykulu, ağır sessizliğini... Uzak yollardan gelen veya gidecek olanların çuvalların, denklerin üzerinde uyumalarını izlerdim. Çocuktum ve uyuyan her insana bilmediğim bir nedenden acırdım.
Reklam
Senin güneş sisteminin en uzağındaki gezegen olmak nasıl bir şeydi? Senin etrafında dönerek tamamladığım zaman dilimlerinin birini bitirip, diğerine başlarken kendi etrafımda da dönmem gerektiğini unutuyordum. o yüzden sadece bir yanımı ısıtıyordu ışığın... Yalnızca bir yanımda hayat büyüyordu. Diğer yanım hep karanlık ve soğuktu. Var olan hayat çoktan ölmüş, yenisine yetecek gün ışığından da yoksundu bir yanım. Zaman akıp geçiyordu ve ben senin güneş sisteminde de, evrende de küçücük bir noktaydım. Sessizliğin ise daha küçültüyordu beni.. Her gün biraz daha... biraz daha...
Kendine Acıma Günleri'nde gözledim ve gördüm ki, gücün harcı değil sevmek. Sevmek tutunmayı isteyenlerin, dileyenlerin, hatta dilenenlerin harcı... Hani "hayat" dedim ya, işte ona... Ucundan kıyısından tutunabilmek için, birilerinin ellerine sarılmak isteyenlerin harcı. Gücün işi değil. Yürek işi o. Cesaret işi biraz da... Cesaretse zır cahil işi nereden baksan. Çokluk, esaret işi, hem de gönüllü esaret işi. yani benim işim sevmek...
Ben seninle genç kızlığımızdaki suçlu günleri, zıt karakterlerimizin uyuşmasındaki inanılmazlığı çok özlüyorum. Ve birbirimizden bu kadar uzakta yaşadığımıza inanamıyorum. Bu kocaman ülkenin iklimi başka, rüzgarı başka bölgelerine savrulmuş olsak da, deniz kıyısında küçük bir kasabada, birkaç yılda bir baba evinde buluşmayı, esprilerine, taklitlerine gülmeyi, küçük kızlarının saçlarını taramayı, onlara öyküler anlatmayı, sarılmayı, annemizin mis okulu, sakız beyazı çarşaflarında uyumayı ve seni çok seviyorum....
Annemin gözlerine yerleşen tanıdık bulut, sanki yağmur olup tabağa akacaktı az sonra...
Reklam
Hangi arkadaşının misafiri gelecekse annem ona yardıma çağrılır, çeşit çeşit meze yapar, tablo gibi süslerdi. Sunuma hazırlanan her tabakta sanki görünmez imzası vardı. O'nun hazırladığı yemekler, bir şekilde O'nu yansıtır ve ilk bakışta -her nasılsa- O'nun yaptığı herkesçe anlaşılırdı.
Camı kapatır kapatmaz kesilen uğultunun yerini annemin bağlı olduğu cihazların dijital sesleri alıyordu. Kalp atışlarını gösteren monitördeki küçük yeşil yuvarlak, düzenli aralıklarla sürekli inip, çıkıyordu. Annemin canlı olduğunu gösteren makineler, ondan daha canlı gibiydi.
28 yıl sonra şimdi, bir internet sitesinde eski bir siyah beyaz konser kaydında "El Amor" diyor Julio Iglesias... 28 yıl sonra şimdi, sesini biraz kısmamı söylemek için gelen 23 yaşındaki oğluma gözyaşlarıyla eski bir şarkı dinlerken yakalanıyor ve şaşkın bakışlarına aldırmıyorum. Yıllar sonra yine kadifemsi o sesin beni götürdüğü yerlerdeyim. Yaşamıma hep egemen olan korku artık yok! Ama artık gençlik, Selim, Selim gibi düşünenler, Selim kadar inananlar, Selim gibi yaşama gülümseyerek bakabilenler ve inanmak, inanmaktaki kutsal anlamlar da yok! Şimdi yüreğimde hep geç kalmanın hüznü, ertelemelerin sonrasında hissedilen çaresizlik var.