Düşünen herkes, potansiyel bir suçluydu. Düşüncenin illa eyleme dökülmesi gerekmiyordu, düşünülmesi çocuğun rahme düşmesi demekti.
Er geç doğacaktı.
Bu sadece zaman meselesiydi.
Düşünceleriyle yüzleşmeye korkanlar, kaçarak yaşamaya mahkûm olur.
İnsan, kafasında taşıdığı düşüncelerden kaçtıkça büyür bu düşünceler ve bir süre bu düşüncelerin ağırlığını kaldıramaz. Ya bunlarla yüzleşir ya da o acıları yaşama pahasına sürekli kaçmaya çalışır.
Bir paragrafta şöyle diyordu: “ Bana uğrayan ve adını söylemeyen bu acı da neydi böyle? Nasıl oluyordu da şiddeti ve süresi aynı olacak şekilde bana misafir oluyor sonra da hiçbir şey olmamış gibi beni bırakıp gidiyordu?”
Aslında acılarımız da bir nevi aşk gibidir. Nereden , kimden ötürü geleceğini bilemeyiz lakin hikâyenin sonunda yaşarız. Yazarın da dediği gibi “ Hiçbir şey olmamış gibi beni bırakıp gidiyordu.”
Bazen o çok sevdiğiniz, dolu dolu gençlik yaşadığımız dönemdeki acının aslında bir gelecek çağrısı olduğunu bildiğimiz insanlar da hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam etmektedirler. Ve sonunda tek başına kaldığınızda kendi benliğiniz ile cebelleşirsiniz ve en büyük acıdır ki bağlanmak, fazla anlamlar yükleyip, hayatımızın merkezinize almak.