Günler, aylar, belki de seneler geçmişti. Mevsim yaza dönüyordu. Kışları ne kadar seversem bu serin ve tenime huzur veren sabahların habercisi yaz ılıklığını da o kadar severdim. Doğduğum yerin bunaltıcı yazlarına yenilmemek için sabahın bu saatlerinde, çatı katında güneş doğana kadar kitap okur, bu serinliğin tadına varırdım. Şimdi çok uzaklardayım ama aynı hislerle oturmuş pencerenin aralığından göğe bakıyorum. İki ay üç gün önce geldiğim bu yabancı memlekette, ilk defa yüksek binaların arasından parlayan Ay'ı gördüm. Oysa ne çok severdim onu izlemeyi. Evimin konumu dolayısıyla her daim yatağımın baş ucunda duran ve bana bakan güzelliğini.. Sarı lambalar kapandı. Biraz daha aydınlandı ortalık. Yeni tanıştığım bir yazarın aynı adlı romanı gibi geçen 'kadransız saatler.' İsimsiz ve sessiz geçen günlere inat ötüşen kuşların cıvıltısı. Pencerenin aralığından esen ılık esinti.. Sanki bütün bu hayatı ben yaşamamış gibiyim. Bütün bu hissettiklerim sanki çok uzak bir geçmişte, bilinmeyen bir roman kahramanının hazin öyküsü gibi rüyalarımda. Güneş doğmaya başlıyor. Bilinmeyen bir gün daha kapıyı çalıyor. Bense bugün hangi kitabın içindeki kahramana can vereceğimi düşünüyorum. Bazen hasta oluyorum, bazen savaşıyorum, bazen ölüm döşeğinde son arzumu söylerken bazense âşık oluyorum. Ait olamadığım hayatımda sırası geldikçe yaşıyorum her birini. Bazen bir mısrada buluyorum kendimi ama sonra yine kaybediyorum. Bazen bir kahramanın sözleri ele veriyor beni ama sonra yine susuyorum. Ay, silinmeye yüz tuttu şimdilerde. Uyumalıyım diyorum. Bir daha kim bilir ne zaman görürüm ki seni?