"Ahmedî-Dâstân ve Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osman"
Çalışma, Atsız'ın hazırladığı ve 1949'da Türkiye Yayınevi tarafından yayımlanan Türkiye Tarihleri I adlı eserin 1-35. sayfaları arasında yer almaktadır. Atsız'ın çalışması, Ahmedi'nin İskendernâme'sinin sonunda yer alan Osmanlılarla ilgili bölümün ilmî yayınıdır.
Zamanın birinde bir padişah, vezirleri arasından vezir-i
azam' ı yani baş veziri seçmeye karar verir.
Büyükçe bir saray kapısı yaptırır. Yaptırdığı kapıya baştan aşağı onlarca büyük kilit yerleştirir.
Sonra
vezirleri buyur eder: "Vezir-i azam olmak isteyenin, birazdan göstereceğim kapıyı anahtar veyahut herhangi bir alet kullanmaksızın açması gerekmektedir" diyerek müsabakayı ilan eder.
vezir adayları, kapının ihtişamı karşısında, "Anahtarlar bizde dahi olsa bunu açmak günler sürer Sultanım" diyerek müsabakadan çekilirler.
Geriye ancak bir vezir kalır. Ki bu vezir, diğerleri arasında en küçük cüsseli ve en zayıf yapıda olanıdır.
Padişah, "Bu pehlivanların açamadığını sen nasıl açacaksın"
diye merakla sorduğunda şu cevabı alır:
"SULTANIM! BU KAPININ AÇILMA İMKANI YOK GİBİ GÖRÜNÜYOR. LAKİN BİZE İTMEK DÜŞER. "
Elini uzatıp kapıyı hafifçe ittiğinde, kapının açılıverdiğini ve
aslında kilitlerin hiçbirinin kapalı olmadığını fark eder ve vezir-i azamlığı elde eder.
Bir rüyaydı uyandık en tatlı, en mutlu yerinde
Bir emir gibi geldi ayrılık günün birinde
En tutkulu sevgiler, en ağrılı hasretler azalır, aşınır
Kayalar gibi kalpler, zamanın önünde
Bu yaşamadıkları zamanın sızısını hep içlerinde taşıyacaklardı. Başkalarına ait anılar, kıl payı kaçırdıkları döneme dair gizli bir nostalji hissini ve günün birinde aynı şeyi yaşama umudunu omuzlarına yüklenecekti.
İran'ın en kudretli Şahı Hüsrev Perviz'le evlenmişti. Tüm ülke yeni kraliçenin bir kafir olduğunu öğrenince isyan etti. Ama şah onu herkesi karşısına alacak kadar çok seviyordu. Ayrıca Hüsrev Perviz güçlü bir hükümdar olduğu kadar zeki bir adamdı da. Dünyevi güzelliğin ne derece geçici bir şey olduğunun bilincindeydi. Bu yüzden de sevdiği kadının güzel yüzü ve eşsiz vücudunun mermerden bir heykelini yapması için zamanın en tanınmış heykeltıraşı Ferhat'ı görevlendirdi. Genç sanatçı her gün kraliçenin cennete yaraşır güzelliğine bakarak çalışırken sonunda karşı konulmaz bir aşk ateşiyle yanmaya başladı. Nereye gitse, ne yapsa, gece gündüz demeden her yerde bu meleğimsi yüzü görür olmuştu.
Sonunda tutkusuna daha fazla direnemedi. Heykel her geçen gün kraliçeye daha bir benziyor, heykeltıraşın ses tonu yüreğindeki fırtınayı ele veriyordu. Ve günün birinde şah da durumu fark etti. Büyük bir kıskançlıkla kılıcına davrandı ama Şirin kendisini heykeltıraşın önüne siper ederek adamı korudu. Yarattığı eserin yüzü suyu hürmetine de Hüsrev Perviz heykeltıraşın hayatını bağışladı ama onu onu ömrünün sonuna dek Bisütün Dağları'nda sürgüne gönderdi.
...gözlerinde ahiret günü canlandı. Merakla ya da hayretle tarazlanmamış o koca imanlarını, peygamber denen şahıslara besledikleri vıcık vıcık sevgiyi ve ödül olarak seks kölesi edinmek çapındaki beklentileriyle mahşer meydanlarını dolduran insanlara Allah’ın içerlediğini gördü. Besbelli Şeytan galip gelmişti. Üstelik bunu akla gelen ilk yöntem
Güzeller güzeli bir kız varmış zamanın birinde
Sıradışı olsa da biraz, hayat doluymuş yine de
Pek arkadaşı yokmuş biçarenin
Ama reddetmekten çekinmemiş hiçbirini
Kapısında dizilen erkeklerin
Annemin bana söylediklerini hatırladım: “Orada beni daha iyi duyacaksın. Orada sana daha yakın olacağım. Anılarımın sesini ölümümün sesinden daha yakın bulacaksın; eğer zamanın herhangi birinde, ölümün bir sesi olmuşsa.”
Söz ve kavil, tohuma benzer. Onu zamanın bağrına, gelecekte, günün birinde filiz versin diye ekersin. Ancak tohum için, toprak, su, güneş, ısı ve hava ne ise, söz ve kavil için de, çaba, sebat, arayış, gayret ve aşk odur. Her şeyden önce de aşk ...
bay devlet başkanı!
bay hükümet başkanı!
büyük millet meclisi'nin yeni üyeleri!
bir varmış, bir yokmuş, zamanın birinde bir ülke varmış..
evet, herhalde artık böyle, bir masal gibi başlamak gerekiyor.
hukukun içindeki mantığın dışına çıkıldığı bir yer ve dönem başka nasıl anlatılır?
Ben büyürken o ufaldıkça ufalmıştı. Ben onun babası olmuştum, o çocukluğuna dönmüştü… Bütün babaların, çocuklarını neden “babacığım” diye çağırdığını tam da o an anladım galiba. Günün birinde ister istemez yer değiştireceklerini, biri büyürken diğerinin küçüleceğini, zamanın tersyüz olacağını bildikleri için.
İki gezinti arasında veya sağanağın dinmesini beklerken şekerleme yapılacak bir yere benzeyen, bu biraz fazla kırsal, salonları birer kameriyeyi andıran evde, odaların birinde duvar kaplamalarındaki bahçe güllerinin, diğerinde ağaçlardaki kuşların insanı yalnız bırakmadığı ve eski kaplamalar oldukları için günümüzün şaşaalı dekorasyonuna, gümüş bir fon üzerinde Normandiya’nın bütün elma ağaçlarının Japon üslubunda dizilip yatakta geçirdiğiniz saatleri sanrılarla doldurduğu duvar kaplamalarına hiç mi hiç benzemeyip her gülün canlı olsa koparılabileceği, her kuşun bir kafese konup beslenebileceği kadar diğerlerinden ayrı olduğu bu ev de, bütün günümü bahçenin güzelim çimenleriyle girişteki leylaklara, su kenarındaki ulu ağaçların güneşte parıldayan yeşil yapraklarına ve Méséglise Ormanı’na bakan odamda geçiriyordum.
Brezilya’da kaldığım yıl çalışma arkadaşım olan Fred Turk, hayatının yetişkin döneminin çoğunu Güney Amerika’daki ülkelerde eğitim vererek geçiren bir ABD vatandaşıdır. Bana, “Günün birinde Birleşik Devletler’e dönüp dönemeyeceğimi bilmiyorum” demişti. “Oraya gittiğimde kendimi bu denli yabancı hissetmeme şaşırıyorum. Her geri dönüşümde, insanlar sanki raflarını dünün modasından bütünüyle ayıklamış oluyor; buna yalnızca giysiler değil sanat, müzik ve her şey dahil. Hatta dil bile değişmiş oluyor.