Saat 04.32... yine sabahı ettim, gözlerimde uykusuzluğun acısıyla. Şehre yağmur taneleri düşüyor, yaprakların üzerinde çıtırtılar, çatıda tıkırtılar bırakıyor kulağıma. Hasretim bir yağmur olup iniyor şehrin tepesine. Yalnızlığımı avutmak için sarıyor içinde durduğum evi. Sen şimdi uzaktasın, kim bilir senin şehrine de düşüyor o damlalardan. Ben buradayım sen orada, tepemizde gökyüzü. Aynı göğün altında ıslanıyoruz, belki de aynı yağmuru taşıyan aynı bulutun damlası birazdan benim camıma vuracak kim bilir... Bir damla da buluşacağız..
Eğer Lev Tolstoy Carlyle’ın kahramanları yıldırımlara benzettiğini öğrenseydi, Savaş ve Barış’ın yazarı şunu derdi: “Hakikaten de kahramanlar ve büyük insanlar yıldırıma benzer. Fakat halk kitleleri ne kil yığınıdır ne de saman balyası. Halk yıldırımın çıktığı buluttur. Eğer bulut elektrikle doluysa yıldırım çakar. Bulutta elektrik yoksa yıldırım da olmaz. Su buharının bir arada durmasından başka bir şey değildir o vakit bulut. Halkta böyledir. Eğer içinde kahramanlık ve büyüklük ruhu yoksa o haktan büyük insanlar ve kahramanlar çıkamaz. Eğer halk kitleleri soğuk bir sis bulutu gibiyse hiçbir güç onlardan bir yıldırım çıkaramaz.”
Her kelime biraz yağmur, biraz dem, çokça özlem, çokça sevmek ve muhabbet doluydu. Anlatmak değildi derdimiz, paylaşmaktı. Muhabbet kokulu satırlarla buluşmaktı..
Son kadeh içilmiş,
Son söz edilmişti.
Bir düşünce sardı hepsini..
Bir hatıra,
Bir hırs,
Bir kıskançlık,
Bir yanıltı,
Bir kardeşlik,
Bir yanlışlık,
Bir kin,
Bir ümit,
Bir şey..
İnsana ait.