Uraz beni soğuk, çamurlu ve güçsüz merdiven basamaklarndan yukarı taşıyordu. Diğerleri ise koyu bir sohbet içinde bizi takip ediyorlardı. Araz Abi'nin iki cümlesinden biri ise "Dikkat et Beste'ydi." Uraz'a dönüp
gülümsedim ve başımla Araz Abi'yi işaret ettim.
"Bu durum bizde genetik." diye fısıldadı Uraz.
Kıkırdayarak güldüğüm sırada çoktan yukarı çıkmıştık. Uraz yukarı çıkmamıza rağmen beni indirmek yerine benimle birlikte yürümeye devam etti.
"Beni indirmeyecek misin?"
"Bacakların ağrımaya başlamıştı, unuttun mu? Çok zorlamayalım."
Burası on beşinci evin hemen önü. Ben Kumru Sonat, dizlerime kadar bir çamurun içinde ve niye buradayım bilmeden diğer üç arkadaşımla belirsizliğe doğru yürüyorum. Ellerimizde el fenerlerimiz, görmeyi umduğumuz tek şey ise Uraz.
Aklımda binlerce soru, kafamın içinde dönüp duran korkunç senaryolar... On dördüncü eve bizden önce ulaşan Uraz nasıl olmuştu da on beşinci eve ulaşamamıştı? Yoksa bu bir
oyun muydu? Onu takip etmek için kendimizi zorlamayalım diye bize bir işaret bırakmadan kapıya doğru olan yolculuğuna devam mı etmişti? Bunu yapmış olabilir miydi?
İçinde bulunduğumuz plato artık giderek bir mezarlığa dönüşüyordu. Kocaman, kapkaranlık, sırılsıklam bir mezarlık. Peki burası içimizden birine gerçekten bir mezar olur muydu dersiniz? Yoksa bir gün hep birlikte o kapıdan çıkabilecek miydik? Bir gün sesimizi yukarıda olan birilerine duyurabilecek miydik?
İmam Ebu Hanife bu istiva meselesinde diyor ki: Eğer Allah Arş'a yerleşti, mekân tuttu, âyet-i kerime bunu anlatıyor dersek o zaman şöyle bir soru çıkar ortaya: "Allah Arş'ı yaratmadan önce neredeydi?" Çünkü Arş mahlüktur, muhdestir, sonradan var olmuştur. Allah Teâlâ dışındaki her varlık sonradan var olmuştur. Dolayısıyla İbn
Romancılar, gerçek yaşamı incelemekten bıkma lüksünü hiçbir zaman kendilerine tanımazlar. Şayet bu görevi dikkat ve özenle yerine getirecek olurlarsa bize, ışığın ve gölgenin canlı tezatlarıyla benzenmiş daha az sayıda resim verir, erkek ve kadın kahramanlarını, daha ender olarak coşkunun doruklarına çıkarır, bundan da ender olarak onları umutsuzluğun derinliklerine daldırırlar. Çünkü, bu hayatta ender olarak dolu dolu bir mutluluğu tadar, ondan daha ender olarak umutsuz bir ıstırabın buruk tadını alırız. Yer ki, gerçekten de tıpkı hayvanlar gibi, bedensel duyulara ait alışkanlıklara dalmayalım. Zevk alma yetilerimizi suiistimal etmeyelim, fazla zorlamayalım, tahrik etmeyelim sonra da daha fazla zorlayıp en sonunda da tamamıyla yok edip ortadan kaldırmayalım; işte o zaman, kendimizi gerçekten desteksiz, bütün umutları çalınmış halde buluruz. Acımız büyüktür ve sona ermesi nasıl mümkün olabilir?
Aşırı meşguliyet bir tür zihinsel tembelliğe işaret eder. Üretkenlik sadece hız ve etkinlik demek değil, farklı ve sezgisel düşünebilmeyi de gerektiriyor. İlhamın kapılarını açık bırakmak istiyorsak onu zorlamayalım, ilham ancak ruhumuzun serbest zamanında bize görünür.
… topluma gereken iş miktarı zorunlu olarak tüketimle ve hammadde bolluğuyla sınırlıysa neden tüm yılın işini altı ayda bitirelim ki? Niye o iş miktarını on iki aya eşit ölçüde yayıp her işçi de altı ay boyunca sindiremeyeceği on iki saatlik mesailer almak yerine yıl boyunca altı ya da beş saat mesai ile yetinmeye zorlamayalım? Kendi gündelik çalışma payları güvencede olduktan sonra işçiler artık birbirlerini kıskanmayacak, birbirlerinin ellerinden işi, gırtlaklarından ekmeği almak için dövüşmeyeceklerdir.
Bir kişinin cinsel iktidarsızlığı -yani "evlilik borcunu'' ödeyememesi- boşanma için geçerli olan çok ender gerekçelerden biriydi. Mahkemelerin zorlandığı husus ise gerçek iktidarsızları üçkağıtçılardan ayırmaktı.