Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Ayşe Nur

III Çocuğu neden sırf kendi hatırına istemediğimizi açıklayan binlerce neden sayabiliriz. Bunların içinde en acı olanı, miras kaygısıdır. Servetimizi başkalarıyla paylaşmayı pek istemesek de, eğer ille biriyle paylaşacaksak, bari kendi çocuğumuz olsun diye düşünürüz. Böylece, servetimiz başkalarının eline geçmesin diye çocuk yaparız. Eşimiz bizi bırakıp gitmesin diye çocuk yaparız. Ya da tam tersi, birbirimize olan aşkımızı ispatlamak için çocuk yaparız. Çoğu durumda aşkın en yüce ifadesi olarak görülmez mi bu? Ve tabiî, bizi seven birisi olsun diye çocuk yaparız. Hükümetlerin, sosyal güvenlik sistemlerinin ve çeşitli kurumların sağladığı avantajlardan yararlanmak için çocuk yapanlarımız da var. Bazı ülkelerde çocuk sahibi olmak, maddi yardımların yanı sıra, tatsız iş hayatından uzunca bir süre kaçabilmek gibi bir avantaj da içeriyor. Pek çoğumuz, sırf çocuk sahibi olanları kıskandığımız için çocuk yapıyoruz. Çocuğumuz olduğunda, çocuksuzlara sanki bir eksikleri varmış gibi bakıyoruz. Onları kıskandırıyoruz, bize gıpta etsinler istiyoruz, çocuk sahibi olsunlar diye onları yüreklendiriyoruz. Kısır olmayan, sağlıklı kadın ve erkekler olduğumuzu kendimize ispatlamak için çocuk yapıyoruz. Sayısız çocuk bu yüzden dünyaya geliyor. Ama artık iş işten geçmiş oluyor. Çocuk sahibi olmanın bin bir biçimi içinde, çocuğun kendisi nadiren işin içine giriyor. Zaten bizatihi çocuk sahibi olmak deyimi onların üzerinde kurduğumuz mutlak totalitarizmin bir ifadesi değil mi?
Reklam
Neden çocuk yaparız?
I Papa evli çiftleri çocuk sahibi olmaya teşvik ediyor. Onlar da “yaşamın şenliğine” katılmalıymış, Papa öyle söylüyor. Neden çocuk yaparız? Bugüne kadar duyduğum cevapların içinde en aklıma yatanı, insanın bir çocuk sahibi olmadıkça kendini eksik hissettiği. Bazılarımız iki, üç, hatta dört çocuk yaptıktan sonra da kendini eksik hissedebiliyor.
Kendimizi suçlamak aklımızın köşesinden geçmiyor
Bilincimiz, evrendeki kendi yerimizle başlayacak ve kendimizi piramidin en tepesine yerleştirecek şekilde düzenlenmiş. Daha birkaç yüzyıl önce, Kopernik devrimine kadar, Dünya'nın evrenin merkezi olduğunu, Güneş'in ve bütün yıldızların Dünya çevresinde döndüğünü düşünüyor ve buna kuvvetle inanıyorduk. Şimdi bunu saçma buluyor,

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Asıl müthiş olan türler değil yaratılış ve evrim sürecinin kendisi
Evrim sona ermiş değil. Doğal ayıklanma, mutasyonlar ve belki de bilincinde olmadığımız başka süreçler yoluyla sonsuza dek sürüp gidiyor. Homo sapiens'i evrim hiyerarşisinin tepesine oturtmak, bizatihi evrimin doğasına, evrim sürecine ve evrim tanımının kendisine ters düşer. Çevreye daha fazla uyum sağlama becerisine sahip yeni bir türün
İnsanlık adına yapılıyor. Özellikle insanlık adına, çünkü “insanlık”, sözcüğün açıkça ifade ettiği gibi, yalnızca insanlarla ilgili. İnsanlık, başka yaşam biçimleriyle ilgilenmez. Burada amaç yine aracı haklı kılıyor. İnsanlık uğruna, öteki yaşam biçimlerine ne saygı duyuyor ne de ilgi gösteriyoruz. Bugün yeryüzünde yaşamla barış içinde olmadığımız gerçeğinin bilincine varmadıkça, yeryüzünde barış ve huzura kavuşabilmemiz olanaksız. Dünyadaki tüm öteki türlere karşı totaliter bir egemenlik ve yıkım savaşına girişmiş durumdayız. Nefes aldığımızın ne denli bilincindeysek, totaliterliğimizin de o kadar bilincindeyiz işte.
Reklam
Mucizeler bile homo sapiens'in tekelinde
Dinler de, Tanrı aşkı adına kendimize inanmak ve kendimizi yüceltmek içindir. Öyle olmasaydı dinler insanı en yüce varlık olarak göstermez, tüm canlılardan ve yaşamın uyumundan söz ederlerdi. İnsan, en azından kitabi dinlerin (Musevilik, Hıristiyanlık, İslam) gözünde öylesine masum bir yücelikte ki onun düşüşü bile yılanın aldatmacası yüzünden oldu. Hayvanlarla bitkilerin din kitaplarında özel bir yeri yoktur. Hazreti Isa bir fili ölüler aleminden çekip çıkarabilir; kör yunusların gözlerini açarak, topal köpekleri iyileştirerek mucizeler yaratabilirdi. Neden kediler kangurularla, karıncalar da insanlarla mucizeler yaratmıyor? Mucizeler bile homo sapiens'in tekelinde. Din kitaplarında rastlanabilecek bütün yapısal tahliller de, insanın tüm canlılar ve “cansız varlıklar” üzerindeki mutlak üstünlüğünü gösteriyor.
Darwinistler veya Yaratılışçılar değil bir basamak daha üstü
Darwinistlerle yaratılışa inananlar arasında pek çok ortak nokta var. Ne var ki biz bunları uzun süredir birbirine taban tabana zıt ve birbirini dışlayan iki görüş olarak gördük. Aslında, insanın konumuyla ilgili olarak ikisi de aynı temel görüşü savunuyor. Yaratılışçılar, insanın maymundan gelmiş, maymunla akraba bir tür olarak düşünülmesini
Hedef ve amaçlarımız yüzünden hayatı yaşamak yerine tüketiyoruz
Çok amaçlı yirminci yüzyıl insanında dürtü var, ama derinlik ve yoğunluk yok. Şunu satın almak, bunu başarmak, yeni bir deneyimden geçmek gibi hedeflerimiz var. Hedef ve amaçlarımız yüzünden, hayatı yaşamak yerine tüketiyoruz. Hayatla yek-vücut değiliz artık. Hayatlarını belirli, sabit amaçlara indirgeyenler, hayatla yekvücut olmadan onun yüzeyine tutunma çabasındadırlar
Ne var ki temel çabamız hep doğrulamak, hep olayları gizemli olmaktan çok anlamlı gösteren anlaşılır modeller uydurmaya çalışmaktır. Evrenin uçsuz bucaksızlığı ile yek-vücut olmak yerine, sabit bir zaman ve mekânda denetlediğimizi sandığımız kısır dünyalar kurarız kendi kendimize.
Doğa, çatışma içinde ve çatışma sayesinde ahengini sürdürebiliyorsa, biz de anlaşmayabiliriz. Kendi kendimize böyle bir borcumuz var. Anlaşmamak suretiyle yalancılıktan kurtulur, özgürleşiriz
Reklam
Son tahlilde birbirimizle paylaşabileceğimiz tek şey, hepimizin kafasında bazı sorular olduğudur. Bu sorulara yanıt arama süreci içinde yollarımız kesişebilir. Sorgulamaktan ve yanıt aramaktan gelen o “tanıdık bakış”ı birbirimizin gözünde görebiliriz. Ne var ki, o bakışla paylaştığımız ortaklık duygusu arayış deneyiminden ağır bastığı anda, erişilmezin peşinde koşmak için gerekli olan tüm özgürlüğü de yitirmiş oluruz. Artık özgür değilizdir. Ait olmakla, mutabık oluruz. Fikir birliği bizi birbirimize kaynaştırır. O zaman da, yalnızca aynı soruları sormaya başlamaz, aynı zamanda aynı cevapları arar hatta aynı kitapları yazarız. Kutsal kitaplarda ve ders kitaplarında, anayasalarda ve evrensel bildirgelerde yanıtlar kaydedilmiş, kodlanmış ve böylece kutsal, dokunulmaz, sorgulanmaz hale gelmiştir. Bunlara getirilecek ilave sorular, kâfirlerden, halk düşmanlarından, cahillerden, gerçekçi olmayan kişilerden ya da delilerden gelmiş sayılır.
Sanatın totalitarizmi
Bütün bu durumlarda, sanatçı ile halk kitleleri arasında yapılan ayrım, bir tarafın ötekiler için gösteri yaptığı, ötekilerin de bu gösteriyi tükettiği tek yanlı bir ilişki doğurur. Bu da sanatı yaşamın kendisinden, yani her şeyin birlikte yapıldığı o kendiliğindenlikten uzaklaştırır. Çünkü sanat, özünde, bir gösteri ya da obje değil, bir deneyimin paylaşılmasıdır, bir sürece karşılıklı katılımdır. Bir solo kemancı ile dinleyicileri arasındaki ayrımı yok saymak anlamına gelmez bu. Bütün izleyicilerin kemancı olması ya da partisyonu ezbere bilmesi gerektiği anlamına da gelmez. Bu, çalınan müziğin hepimizin yaşamının bir parçası olduğunu, salt “müzik alemi”ne ait bir şey olmadığını algılamamız gerektiğini ifade eder. Her şey yaşamın içindedir. Müzik, icracının ve bestecinin olduğu kadar, bizim de yaşamımızın bir parçasıdır. Sadece beğendiğimiz, onayladığımız, kıyasladığımız ya da tükettiğimiz bir şey değildir müzik. Kültürümüzü arttırmaya yarayan bir nesne değildir. Sanatçının dünyasıyla kendi dünyamız arasına bir çizgi çektiğimiz an, yalnızca icracı ve icra bağlamında değil, sanatın yaşamımızda oynadığı rol bağlamında da sahneyi sanatın totalitarizmine teslim ettiğimiz andır.
Ölümü ya da tehlikeyi hatırlamak özgürlüğümüzü hatırlamak demektir
Sonsuza dek yaşayacakmışız gibi davrandığımızdan, her birimizin içinde var olan doğum ve ölüm sürecine ilişkin açık seçik bir bilince sahip olmadığımızdan/gösterinin sonsuza dek süreceğini düşündüğümüzden, özgür olmayı beceremiyoruz. Özgürlük uğruna girişilen her türlü çabayı, derhal bir ölüm duygusu izler. Özgürlük, istediğimiz herhangi bir şeyi, her şeyi düşlemek ve yapmak demektir: Sorulmamış soruları sormak, yapılmamışı yapmaya cüret etmek, bilinmeyenin peşinde koşmaktır. Tehlikeli bir serüvendir bu. Tehlikenin en ucunda ölüm vardır. Özgürlük aynı zamanda, korkuyla birlikte yaşamak, korkmak ama yine de yoluna devam etmek demektir. Đnsan korkuya yenildiği zaman, eyleme geçmekten ve hayallerinin peşinde koşmaktan korktuğu zaman, özgürlüğünü yitirir. Korkmak normaldir. Ama korkuya teslim olmak, düşünmekten ve soru sormaktan vazgeçmek zorunda değiliz. Ölümü ya da tehlikeyi hatırlamak, özgürlüğümüzü hatırlamak demektir. Bu özgürlüğü kullandığımızı, özgür olma işiyle uğraştığımızı bilmek demektir. Bunun dışındaki her türlü duygu, sahte bir güven duygusudur.
Yaşamın amacı, ölünceye kadar yaşamaktır
“Yaşamın amacı” denilen şeye ilişkin tüm misyonlar, insanın kendinden kaynaklanır. Yaşama ilişkin tüm açıklamalar, bizzat kişinin tanımladığı bir hedef, anlam ve amaç bulma çabasından ibarettir. Yaşamın amacı, ölünceye kadar yaşamaktır. Bu konuda evrensel teoriler kurmaya çalışmak bizi totalitarizme götürür. Bu teorilerin yanlışlığı her seferinde yeniden kanıtlanacaktır.
Ölümün bilincinde olmayan insan, yaşadığının bilincinde de değildir
Bize böylesine yakın olan ölüm üzerinde neredeyse hiç düşünmüyoruz. Ölüm her an herkesin başına gelebilir. Mutlaka gelmek zorunda. Ölüm mutlaka olacaktır ve geçen her saniye bizi ona daha çok yaklaştırmaktadır. Ölümü yadsımak, yaşamı yadsımanın en güçlü göstergesi. Ölümlü olduğumuzu, öleceğimizi hemen hiç düşünmeyerek kendimizi zihinsel bir deli gömleği içine sokuyoruz. Yaşadığımız, kokladığımız, gördüğümüz, dokunduğumuz her anın bir daha gelmeyeceğini hissettiğimiz anlar o kadar az ki. Yaşamı böylesine özel, böylesine benzersiz kılan şey, her şeyin yalnızca bir kez olması. Bunu algılamak, ölümün bilincine varmakla mümkün olabilir ancak. Ölümün bilincinde olmayan insan, yaşadığının bilincinde de değildir. Her anımız ölüm unutkanlığı içinde geçiyor.
967 öğeden 16 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.