Gün Ağrının yamacına yapışmış, öyle duruyordu. Kırmızı, soğuk… İnceden, dağdan aşağıya bir yel esiyordu, soğuk, kırılır gibi… Çıtır çıtır eden bir yel.
Ve zindanın üstünde, uçurumun tam üstündeki eski, boş nöbetçi odasında Gülbaharla Ahmet, bir altın sevgi bulutuyla onları örtmüştü. Bir ulu sevgi seline kapılmışlar, kendilerinden geçmişlerdi. Ölürken, son sevgiyi, bütün bir ömürlük sevgiyi bir ana, bir geceye sığdırmışlardı. Kanları biribirlerinin damarlarında akıyordu. Korkunç bir ateş, çıplak bedenlerini birleştirmişti, ölümün eşiğinde olmasalar böylesine bir olamazlar, bir sevda yangınında böylesine birleşemezlerdi.
Sofi:
“Olmaz güzelim,” dedi. “Olmaz Sultanım. Bir can için değer mi? Sofi senin dillerine kurban olsun, güzel konuşan, ballar akan… Sofi senin saçlarına kurban olsun,sırma tel… Sofi senin gözlerine kurban olsun, ceren bakışlım… Sofi senin boylarına kurban olsun, suna boy… Sofi senin yüreğine kurban olsun, Leyla sevda… Hem de bir ateş harmanı… Her şeyin bir çaresi var, bu aşkın sonu yok. Sofi senin çaresizliğine kurban olsun. Senin için böylesi daha iyi… Sofi senin umutsuzluğuna kurban olsun.”
Şu insanlar, şu dünyada var oldukça her şeye akıl erdirecekler, kartalın uçuşuna, karıncanın yuvasına, ayın, günün doğuşuna, batışına, ölüme, kalıma, her şeye akıl sır erdirecekler, tek insanoğluna güçleri yetmeyecek. Onun sırrına ulaşamayacaklar.
“Müberra” demişti, “ben fani vücudumu kaybedebilirim ama sana olan sevdam kıyamete kadar semalarda tulû edecektir.” Bunu göklere bakarak söylemişti. Ablan üç yaşındayken Batum’da frengiden öldüğünü haber aldık babasının.
Ölüme inanmıyoruz ki, ondan korkalım efendim. Ama bir korktuğumuz olmalı; ihtiyarlıktan, çirkinleşmekten korkuyoruz. Aklı savunuyoruz ama güzellikten yanayız. Bize uslu olmayı öğrettiler başta…