We have an obligation to remember the dead. That’s the fundamental law. If we didn’t remember them, we’d lose the right to call ourselves human
youtu.be/fJ9rUzIMcZQ
Aşk şarkısı
Ruhumu nasıl tutsam da, seninkine değmese?
Nasıl aşırsam üstünden öbür şeylere ben onu?
Ah, karanlıkta yiten bir nesne
içre barındırmak isterdim onu ben
öyle bir yerde: bilinmedik, sessiz,
derinlerin titrerken titremeyen.
Öyle tütüyorsunuz ki gözümde hamdolsun hasret çekiyorum.
Eğer kavuşuyorsak veya bu ihtimal varsa hasretimiz dünyadakinedir.
Yüce şeyler iki türlü başlıyor.
İlki dış şartlarda, adeta zaruretle, ikincisi içten, sen onu bilmeden. Birincisi ikinciye kapı açılması için bir fırsat.
Hasret.
Acaba diyorum ebedi olana, her şeyin mirasçısı olana, kalbi dolu dolu hasret çekmek nicedir? Kavuşur gibi oldukça kavuşulamayan ve kavuşulmadıkça hasret büyüyen ve hasret büyüdükçe onu alabilmek için iç büyüyen ve bu yinelendikçe olanlar olanlar.
Bunu anlatan kitaplar okudum. İnandım. Bense toprağınkilerle cebelleşiyorum. Duygularım bu yüzden şiddetli ve acı veriyor. Onları ancak uyumaya yakın zamanlarda rahatça taşıyabiliyorum.
İşte o zamanlar bazı şeyleri saf şekilleriyle duyabiliyorum.
Perdelediklerini sezer gibi oluyor ve onlardan emin oluyorum.
Anlıyorum ki hiçlik yoktur. Elimizin altındakiler değişip duruyor. Dokunup sevdiklerimizi götürüp beş on kürek toprağın altına bırakıyoruz, geçirdiğimiz zamanlar bir elbise gibi sırtımızda duruyor.
Ve insanlar!
Hissiyatımın perdesindeki geçici gölgeler, istemimle çağrılan hayaletler, içsel tiyatromun kendini beğenmiş kuklaları:
Ne büyük eğlence! Tüm didinişleri içinde hiç olmadıkları kadar değersiz ve gülünç görünüyorlardı bana! Onların arasından geçiyor ve düşünüyordum:
****Yaşadıklarını zanneden, kendi hesaplarınca var olduklarına ve hatta -zavallı inançlılar- ölümsüz olduklarına inananlar işte karşınızda!"*****