Dünyanın bu karışık halinde içe bakmaya devam. Kendi içimizdeki şiddet ile yüzleşmeye devam. İçimizdeki şiddetten öğrenmeye, şefkate dönüşene kadar yanında oturmaya devam. Madem gidip silahların önünde duramıyoruz, içimizdeki şiddetin önünde duralım.
“Bir ruh, hakikatin ne kadarına dayanabilir, ne kadarını anlamaya cesaret edebilir? Bu benim için, önemi giderek artan gerçek bir değer yargısına dönüşüyor. Yanılgı -ideallere olan inanç- körlük değil korkaklıktır... Anlayış bakımından elde edilecek tüm kazanımlar ve ilerlemeler, ancak ve ancak cesaretle, insanın kendine karşı sergileyeceği sert tutumla ve kendine dürüst olmasıyla sağlanabilir.”
Seni az tanıyorum... Az...
Sen de fark ettin mi? Az, dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi...
Bu yüzden belki de, az çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de, seni az tanıyorum, demek, seni kendimden çok biliyorum, demektir. Bilmesem de, öğrenmek için her şeyi yaparım, demektir. Belki de az, her şey demektir. Ve belki de benim sana söyleyebileceğim tek şeydir...
“Sana yemin ediyorum. Her neredeysen gelip seni bulacağım. Eğer öldüysen, peşinden koşacağım. Ölümden sonra hayat yoksa da, sana kavuşmak için, onu yaratacağım.
Çünkü sana aşığım.