Aşkı taşıyan her kalbin muhkem olduğunu zannediyordum oysa. Meğer aşk indiği kalbi ihya ediyordu ya, ihya edemezse yok ediyordu. Kazasız belâsız kurtulmanın imkânı yoktu.
Onu tanıyınca, hırçınlığıyla dağları taşları titreten erkek kalbimizin ve güçlü bileğimizin, aciz, küçük ve güzel yaratılmış o varlığın cazibesi karşısında titreyerek çözülmesini sevdik en fazla. Yıkılmaz zannedilen bedenimizi hiç çaba sarf etmeden yerle bir etmesini çok sevdik. Bu yenilgiyle kavradık yaradılışın anlamını. Hikmete böyle katılıverdik. Fark ettik ki biz, o zamana kadar mükemmellik olarak adlandırdığımız şeyle eksiktik. Her erkeğin arkasında görünmese de gülümser, konuşmasa da söyler bir kadın suretini, kara taş üzerinde yürüyen kara karıncayı seçen zahidin dikkatiyle böyle seçiverdik
Çünkü bir erkek kalbinde küçücük bir kadının tuttuğu yerin çoğu kez bir ülkenin yüzölçümünden daha fazla genişleyebileceğini en çok da bir erkek olan padişah biliyordu.