biz insanlar yeryüzünün bütün güzelliklerine sırtımızı çevirmiş, kendi karanlık iç dünyamızın derinliklerine dalmıştık. hiç sonu gelmeyecek çileli bir arayıştı yaşamımız. neyi arıyorduk? kimi arıyorduk? bu kaybolmuşluğumuz daha ne kadar sürecekti? bu susuzluğumuz, bu yıkılmışlığımız, bu kahrolmuşluğumuz?
manzarayı sadece bir resmin taslağı olarak görüyor, şiir serisi gibi okuyorum. dişinin kovuğuna yetmeyen, maaşını arttırmaya yaramayan bu manzara, sadece manzara olarak kalbimi neşelendirmeye devam ettiği sürece sorunlar ve endişeler beraberinde gelmez diye tahmin ediyorum. doğanın gücü bizim için bundan dolayı kıymetlidir. yaradılışımızda bulunan sorunları ve hüzünleri bir anda iyileştiren, özümüze dönerek şiir yazmamıza vesile olan şey doğadır.
düşünceler kağıda dökülmese de şiirlerin ve şarkıların melodisi kalplerin bağrında çalar. fırça şövaleye renk darbeleri yapmasa da tüm renkler zihinlerin önünde belirir. bunun için kendi yaşam manzaralarına bakman, gönül gözüyle, bozulmuş dünyanın aleladeliğini yalın ve güzel bir şekilde seyretmen yeterli olur.
yaşayabileceğin en iyi yer burasıysa ve burada sunulanlarla yaşamak zorsa, zorluklara olabildiğince hoşgörü göstermen ve sürdürdüğümüz kısacık yaşamı güzelleştirmen gerekir. böylece adına şairlik denilen meslek doğar, ressam adında ulaklar peyda olur.
sadece aklın istikametinde hareket edersen insanlardan uzaklaşırsın. duygularınla hareket edersen sürüklenirsin. ruhunu açarsan ve dilediğin gibi yaşamazsan sıkışırsın. nasıl bakardan bak, insanlarla yaşamak zordur.
eğer mustafa kemal olmasaydı, ben “ben” olamayacağım için kemalistim. kadınları toplumdan dışlayan, karanlık köşelere kapatan bütün perdeleri yırttı o güzel elleriyle. işte bu yüzdendir ki bir kadının mustafa kemal’den yana olmamasının yolu yoktur.
önce karartma geceleri başladı
o aydınlık kafasında.
sonra ılık kızıl kanının yerine
kentin kirli suları aktı damarlarında
ölü bitkileri, çöpleri sürükleyerek.
sonra patladı patlayacak bir bomba yerleşti
eskiden yüreğinin olduğu yere.
sürekli olarak kişisel mutluluk peşinde koşmak, bir kepazelikten başka bir şey değildir. böyle bir dünyada, bunca felaket, bunca yoksulluk, bunca haksızlık ortasında ancak inekler kadar kafasız ve duyarsız olanlar kişisel açıdan mutlu olabilirler.
para hırsına teslim olan, kültürü önemsemeyen, tiyatroya, klasik müzik konserine, resim sergisine gitmeyen, kitap okumayan bu gençlerin; sanatın insana verebileceği hazlardan yoksun kalmaları yüreğimi parçalıyor.
kişisel sorunlarım bir yana, dünyanın felaketlerinden, toplumsal düzenin haksızlıklarından, insanların birbirlerine acımasızlığından ben sorumluymuşum; bunlara bir çare bulmam gerekiyormuş gibi bir duyguya kapılmıştım. bu yükümlülüğü her zaman duymakla birlikte, kendimi yalnız sanırdım. oysa yükümü benimle paylaşan başka insanlar da olduğunu biliyorum artık.
belleğim hiç güçlü değildir. bunun nedeni, birçok şeyi kafamdan tamamiyle silmek istememdendir belki de. çünkü bizi derinden yaralayan olayları hiç anmamak, tümüyle unutmak, daha doğrusu unutmuş gibi davranmak zorundayız yaşamaya devam edebilmek için.