Lewis Mumford’un on yıllar önce söylediği gibi, yedi günahtan birisi olan tamahkarlık, artık girişimcilik adı altında alkışlanıyor. Ruhlarımız serbest pazar ekonomisinin kıvamını aldığında, ihtiyaç sahibi insanları acımasızca yargılamaya başlıyor, muhtaç hale düşmeyi ayıplanacak bir durum olarak görüyor ve oyunun kaybedenleri olduklarını farz ediyoruz. Kazananların kutsal bir dünyada dünyada kaybedenler de lanetliyor. Mutluluğun yolunun erdemli bir hayattan değil, her ne pahasına olursa olsun kazanmaktan geçtiğini düşünüyoruz.
Eğer hayatımın planlayıcısı ben isem, başarı ve kusurlarımdan
da ben sorumluyum demektir. Hayatlarımızın gayesi konusunda bir kafa karışıklığı yaşıyoruz, her bireyden kendi bireysel gayesini keşfetmesi ve onu gerçeklestirmesi bekleniyor. O halde iyi bir hayatı belirleyen sey nedir? Bir hayati yaşanmaya değer kılan, onu "doğru" kılan nedir? Hayatın anlam sağlayıcıları olarak geleneksel değerler çözündükçe, buna her bireyin kendi dağarından bir cevap üretmesi gerekiyor. Günümüzün
"küresel mutluluk kültürü" bize, "Ruhundaki iyilik hissine bir bak!" diyor, "Eğer keyfin yerindeyse, doğru bir ömür sürüyorsun demektir." Kendini iyi hissediyorsan,
tamamdir! Okey yani.
Insan yalnızlaşıyor. Şöyle dikkatlice etrafiniza bir bakin. Kaç kisi bir diğerini dikkatle dinliyor? Kaç kisi gönlünden geldigi gibi meramini ifade edebiliyor? İnsandili kötürüm ve kekeme bir hal almis durumda. Televizyonun uğultusu, cep telefonunun zırıltısı , hayatin telasi, sahici bir konusmayı giderek imkânsiz hale getiriyor. Oysa insan hikâyeler anlatmak isteyen bir varlık. Anlattigi hikâyelerin yankilarn duymak isteyen, varoluşunu başkasının yüzünde seyretmek isteyen bir canlı. Can, dilde hayat buluyor. Düsünürün söyledigi gibi, "Dil varlığın evidir."
İnsan yabancılaşıyor. Sadece ruhuna degil, bedenine de yabancılaşıyor. Dünya artik sisler arasindan görünüyor. McDünya'da farklı olmak giderek zorlasıyor. Bagimlılık ve özerklik, yakınlık ve mesafe, içini
dökme ve korunaklı durma gibi ikilemler günümüz insani çok fazla meşgul ediyor. İlişkilerin, aşkların, dostluklarin ve hatta sohbetin bile kisa ömürlü ve sanal olduğu bir dünyada, insanlarin kendilerini gerçek
olarak hissetmeleri zorlaşıyor. Ne dünya ne de kendileri gerçek. Her şey, "bir dürbünün tersinden bakiyor gibi" bulanık.
Bulanık zamanlarda, "Buradayiz!" demek için, galiba dişimizi ruhumuza geçirmemiz gerekiyor.