Belki de biricik mesele bu. Dünyanın bizimle birlikte kurulduğunu zannedip, kendimiz için sonsuz bir yaşam hayal etmek... Bu yüzden, bu kadar kalınlaştı derimiz.
Ama yine de, artık yangın yerine dönen ve ağızlarımızın tadının iyice kaçtığı şu lanet dünyada, cebimizdeki kibrit ve bir tutam tuzu başkalarının ihtiyacı için saklamayı düşünmek boş bir hayal mi?
Hazreti İbrahim oğlunun "Kuzu nerede?" sorusuna bir an sustuktan sonra şöyle, cevap verir:
"Kuzuyu Tanrı verecek oğlum."
Benim sorum daha kolay:
"Bizim kalplerimize insanlığı kim verecek?"
Belki de biricik mesele bu. Dünyanın bizimle birlikte kurulduğunu zannedip, kendimiz için sonsuz bir yaşamı hayal etmek... Bu yüzden, bu kadar kalınlaştı derimiz. Bu yüzden dipsiz bir kuyuya dönmüş içimiz.
Bazen tuhaf saatlerde annemi arıyorum. Telefonun ahizesini:
"Ercan kuzum," diye kaldırıyor.
"Yav anne nerden biliyorsun ki benim aradığımı? Belki başkasıdır, ayıp olur," diyorum. Annem;
"Olur mu öyle şey oğlum. Nasıl anlamam? Senin kokun da geliyoru telefonun ucundan. Ercan'ımın kokusu..."
Ne biçim insanlar bu anneler? Çok tuhaflar. Hiç kimseye benzemiyorlar. Ama, birbirlerini tanıdıklarına eminim. Kendi aralarında konuşup anlaştıkları, bizim bilmediğimiz ortak bir diller var muhakkak. Belki de gizlice buluşup, haberleşiyorlardır birbirleriyle kim bilir?
Ey cellatlar, ey güvercin kasapları, ölüm tacirleri...
İnsan daha konuşmadan, öğrenmeden, bilmeden "mezar kazıyordu" ölüsü için.
Ne Berfo ananın oğlunun ölüsünü verdiniz, ne de Veysel'in mezarını...
Ölülerimiz nerede?
Bir karga bile değilsiniz. Kabil'in kargayı görüp de utanan kalbi yok sizlerde, anladık.
Ama, yorulmadınız mı, ağzınızda cesetlerle yıllar yılı tepemizde akbaba gibi dolaşmaktan? Bir karga gibi yapın hiç olmazsa. İnin yere ve bırakın ölülerimizi. Kalplerimiz onlara mezar yeridir.