KONU : VE'L -ASR
YAZAR: İSMET ÖZEL
İNCELEYEN: GÜLSÜM İLERİ
Ve'l-asr, zamana yemin edildi.gösterdi ki, tüm insanlığa şahitti zaman. Zaman iyiliğe, yaşanmışlığa, hedefe sarılmaya, hakka hamileydi. doğan asr ile doğru ve güzel haslet, dinin temeli, insanlığın mayası faziletin esaslarıdır.
Peki doğan zaman insanı nereye bıraktı , kiminle savaşta yalnız korumasız bıraktı.Unutulan neydi insan dünyasında,zamana haykırılan neydi? Bize sunulan iyiliği kabul etmedik.Oysa insan hayatı ''iyi''nin olduğunu hissederek zamana bırakıldı.İnsan iyilikle yola çıkmıştı. Acaba bizler iyiliğe ,insanlığa mensup muyuz. Neden mi? Önümüze modern hayat biçimini çizdiler içimizi boşaltılar.Kendimiz olmaktan uzaklaştırıldık,usulca sokuldu bize ait olmayan inançtan yoksun kendinden habersiz düşünceler.Bizden alınan ''Biz'' idik.Uyumuştum uyandığımda , ''ben'' yerinde değildi.Ve'l-as ''ben '' olmadığıma mı şahitlik ediyor. Evet yoktum benliğimde .Dünya yönetimine bencilliği aldılar.Merkezde o vardı. Sonra dar kalıplar çizildi üzerine.Ne kadar biliyorsan o kadar güçlüsün dünya sahnesinde.Öyle ki; modern hayat , gücün birikiminden ibaretti. Müslüman'ı dar kalıplarla öyle darlattılar ki Kuranı Kerimi anlamada yoksun kaldılar.Anlaşılmaması için savaş verildi resmen.İslam olarak , bu kalıplardan çıkma adına , canlı kalma adına bir karşılığı bir bedeli olsa gerek.Bu bedel için ne tür hayat sürdürdüğümüze bakmak lazım.
Ve hayat sahnesi , modernleşmenin yan ürünlerinden biri olan sosyalizm , dünya sisteminin gelir dağılımı , insanların bunlarla gelişip serpilmesi.Fırsatları kullanma sahnesi. Unutulan kime karşı mesuliyetimiz . Çünkü mesuliyet bilinince kabuliyetlik bilinmiştir.Bu dağılımda dost kim düşman kim? Şu bir gerçek ki anlamadığımız sistemin düşmanıyız ya da kölesiyiz.Buna binaen sistemi bilmek öze inmek lazım.Ortada bir pazarlık söz konusu .Pazara sunulan ihtiyaç mı yoksa Müslümanlık mıydı? Şahit olsun asr, pazara sunulan İnancımız benliğimizdir.Asr Müslümanlar adına gerçeklerle yeminler etti.Çünkü asr toplumla ve ülkenin topraklarıyla irtibatımızın din sebebiyle kurulduğunu haykırdı.Fark edilecek olan din bağının olmasıdır.Bu bağda kurulan kültürdür. Aynı kökün farklı meyveleriyiz.Bu kökün zihninde her nesnenin bir diğeriyle bağlantısını ispatlar.Bu bağ kültürdür.Kültürü bulanık sulardan kurtarırsak, toplum berraklaşmış olur.Bu berraklık olgunluk getirir. Olgunluktan nasiplenmek için; değerleri olgunlaştırmak lazım. Ki zaman içinde yaşanan düşünce terörü, bu olgunlukta yol katetmemize izin vermiyor.Doğduğumuz yerde olmadığımıza inandırdılar.Çünkü hiçbir kültür doğduğu yerde olmadığına inanmış.Doğduğumuz yeri tartışmaktan başka bir şey yapmıyoruz.Kendimize mahsus kararlar almak ve direnmek gibi tavır sergilemiyoruz.Korkar olduk düşünmekten aslında her şey olamazsak hiçbir şey olamayız. Aynı fabrikanın çarkları gibi idik.Fakat şimdi çarklar farklı fabrikaların sisteminde.Bu sistem dayatma sistemidir.İlahi otoritenin gereklerine perde indirme sistemidir. Kör edildi görünmesi gereken gözler.İhmalle uğratıldı ademoğlu.
Noksan olan neydi? Kendi değerimizi , kıymetimizi bilmemek.Zaten kafirlerin korkusu , ülkemize ve kendimize sahip çıkma olayıdır.Kendini bilen her şeye varmıştır.Merakımız köreltti.Her şey bireysellik adına denildi.Susturuldu vicdanlar.Samimiyetlik ''biz '' duygusunu insanlık gündeminden çıkardılar.Değerin kendisini bile değersiz kıldılar.Toplum denilen insan yığını değer konusunda duyarlılığını , değer bilgisini elden çıkarmış durumundadır. Peki ne yapılmalı?? Yemin olsun ki insanoğlu hüsrandadır. Dolayısıyla bize düşen , düşüncelerimizi İslam la berraklaştırmaktır. Sahicilik , hakikat arayışlarında toplum ve toplum çarklarını İslam la buluşturmaktır.Modernlik kendini kaybetmek değildir.Kendinde hakikati araştırmaktır.Hayatımızın çarkı ; erişkinlik, yetişkinlik , olgunluktur.Olgunluk, eğitim farkındanlıktır.Piyasanın olgunluk kimseleri , gerçekçi , işleyişi içlerine iyice sindirmiş kimselerdir.Dünyanın bugünkü işleniş tarzına uymak değil, gerçek ilme uydurmaktır.Gerçek olan ise dünya milletleri arasında hakikatle karar kılınmış ,kendimizin karar sahibi olduğu bir yer olmasıdır. Müslüman toplumun sorumlusu bizleriz.''Ben'' mantığı yerine ''biz'' mantığı olmalı.Merkezdeki bencilliği yok etmeli. Biz mantığı herkesin bir başkasına yer açmasıyla mümkündür. Başkasına verebilecekleri bir şeyi elde etmeye çabalamalıyız.Samimi bir dava için , gelecek aydınlık için, HERKES KENDİ EVİNİN ÖNÜNÜ SÜPÜRMELİ. Bedel senle olur.Kendi hakikatlerinle var olunmalı.İzin verme seni başkalaştırmalarına.Sen toplumun olgunlaşmasısın .
ALINTILAR:
Bize sunulan iyi şeyleri kabul etmiyoruz.(syf 13)
Kötüyü reddetme tavrımız içinde bulunduğumuz ortamın niteliğini anlama fırsatını sağlayacaktır.(13)
Modern yaşama biçimi insan elinden çıkma kurumların içini boşaltı.(18)
uyumadan önce bıraktığım ben yerinde değil.(21)
Bu kalabalık, debdebeli ve karmaşık şehirde, sen bu sabahtan itibaren ''ben'' olduğuna göre , lütfen söyler misin ben artık kimim?(21)
Büyük düş kurmamak yetmez, büyük düş kurdurtmayacağına da söz ver.(67)
Hangi şekli almış olursa olsun, insan teki bir gün kendinden bağımsız olarak şekillenmiş bir dünyaya bırakıldığını fark eder.(71)
Kimin gelecek kuşaklar hesabına bir şeyler yaptığı da hepimizin meselesi.(78)
Türkiye'de çatışma büyük ölçüde sosyo-kültürel çerçevede gözlemlenebilir.(82)
Sahip çıkan değerler açısından olgunluktan nasibini alamamış bir topluma mensubuz.(84)
İnsanoğlu menfaati bakımından fare deliği önünde bekleyen kedi gibidir.(91)
Toplumu topluma bırakmayın(99)
Toplumu topluma bırakınca bütün ipler dünya sisteminin, o sistemin lordlarının eline geçiyor(100)
Biz burada insan gücü ve üretkenlik bakımından dünyanın en verimli bahçesinde yaşıyoruz.(106)
İşe yaramayan kişisel başarı çağında yaşıyoruz.(108)
İnsanlar kendilerine bir kıymet atfederek etkinlikte bulunma şereflerinden mahrum bırakıldılar(125)
İnsanlar arasında çıkar bağı değil de gönül bağı varsa, her biri muhatabını korumayı gözeterek davranacaktır.(140)
Senin de başkaları gibi sistem tarafından yutulmadığını nerden bileyim?(160)
Konumuz ciddi, çünkü devlet ve millet arasındaki mesafe hayatımızın biçimini belirliyor.(197)
Telaffuz edilen cumhuriyet ile lisan-ı hal ile ortaya konan demokrasi arasındaki kopukluk Türkiye'deki bütün sıkıntının ve başarısızlığın kaynağıdır.(250)
Bir musibet bin nasihatten yeğdir, derler oysa insan haysiyetine yaraşan tavır öncellikle nasihatin etkisini hissetmede yatıyor.Musibet gelip çattığında, bir çok şeyin anlaşılması kolaylaşır, ama gücünü onarmak için çok geç kalınmış olabilir.
KONU:BİR FACİANIN HİKAYESİ
YAZAR:CEMİL MERİÇ
İNCELEYEN: Sabriye YABANCI
Cemil Meriç, toplumumuzdaki en önemli mütefekkirler arasında yerini almış hem ulusal hem evrensel fikirleri okuyarak, araştırarak öğrenmiş bu uğurda 38 yaşından sonra görme yetisini kaybetmiş mümtaz bir fikir adamı. Ancak göremiyor olması onu araştırma, inceleme ve bildiklerini fikir süzgecinden geçirerek yazma noktasında engellememiştir.
O, hayatı boyunca irfan dünyamızı aydınlatan pek çok eser kaleme almıştır. Bunlardan biri de artık basımı yapılmayan Bir Facianın Hikayesi adlı eseridir. Meriç bu eserinde özelde insanın genelde dünya üzerindeki toplum ve milletlerin çıkarları doğrultusunda sabit fikirlerle hareket etmelerini, kendilerince benimsenmeyen fikirlerin irdelenmeden toptan reddedilmesini veya benimsenen fikirlere körü körüne bağlı kalınmasını eleştirir. İnsanları tefekküre çağırır. Kendinden olmayana hayat hakkı tanımayan bir düzeni, fikir ve ideolojilere saplantı noktasında bağlılığı insanlığın faciaya sürüklenişi olarak ifade eder ve bu facianın hikayesini dünyadaki ve Osmanlı Devleti'ndeki son iki yüz yıldır yaşananları gözler önüne sererek daha somut hale getirir.
Meriç insanları yönetenin fikirler değil sloganlar olduğunu, ideolojilerin yol gösteren birer harita değil idrake giydirilen deli gömlekleri olduğunu belirterek günümüzde de varolan anarşizm, terör, ihtilaller ve şiddet gibi sorunları doğu-batı ekseninde irdeler. Toplum bir cinnet halindedir. Anomi yani şuursuzluk, çürüyüş ve çöküş karşısında oluşturulan mefhumlar, insanların sorunlarına çözüm olmak bir tarafa belirsizlikleri, farklı algılanmaları ve aldatıcı olmaları sebebiyle bu sorunların daha fazla artmasına sebep olmuştur.
İnsanlığın hırs ve tamahı bir ekonomi çağını başlatmış bu süreçle birlikte insanlar kabul gören ekonomik sistemin çarkları içinde her geçen gün benliğini yitirerek mavera inancından biraz daha uzaklaşmış mukaddesatlarından koparılmış maddi hazlarının esiri olmuş ortak şuur kaybolmuş ve düzenin kölesi haline gelmiştir.
Kapitalizm bu sistemlerden biridir ve batı medeniyeti kendi refahı ve mutluluğu adına hammadde sağlamak ve ürünlerini pazarlamak için bir sömürü düzeni oluşturur ve dünyadaki güçsüz ülkeleri kolonileştirir. Varlığını sürdürebilmek adına da her türlü cebir ve şiddeti mübah sayar. Barış, ticaret hürriyeti ve ihtiyacı olan ülkelere kredi temin edilmesi gibi kulağa ve gönle hoş gelen söylemlerle yoksul ülkeleri ustaca borçlandırarak kendine râm eder. Sanayileşme ve üretimin artmasıyla birlikte köyler gittikçe boşalır şehirlerde nüfus artar aileler dağılır büyük işletmelerin bünyesinde çalışan yığınlar işçi sınıfı diye bir sınıf oluşturur ve ekonomi hayatı düzenleyen tek etken haline gelir.
Meriç üç farklı yoldan aynı feci akıbete sürüklendiğimizi belirterek bunları şu şekilde sıralar.
*Entellektüalizasyon: Ruhun inisiyatifin, hürriyetin ve dilediğimiz gibi hareket etme kabiliyetinin bir yana itilişi. Karar muhtariyetini kaybettik. Karşılaştığımız her durumda ne yapacağımız önceden belli. Bir emirler ve yasaklar ağı ile kuşatılmışız. Bir sistemin parçasıyız. Ferde kılavuzluk eden gönül değil, kendi dışında bir kafa. Bir işletmeye giren herkes ruhunu vestiyere bırakıyor. İnsanın gerçekten insan olduğu bir medeniyet sona ermiştir artık. Emeğin mahiyeti değişmiştir.
*Materyalizasyon: Günümüz insanı bir makinadır, daha doğrusu makinanın bir parçasıdır,
*Egalizasyon: Yaşayış şekillerimiz baştanbaşa yeknesaklaşıyor. Çağımızın vebası, bu yeknesaklaşma. Üçü de aynı hastalığın belirtileri: Rasyonalizasyon.
Ekonomi çağı, sınıfları ve sınıf kavgalarını da beraberinde getirmiş ve birçok farklı görüşün ortaya çıkmasına sepep olmuş çatışmalar artmış her şey maddeyle değer bulur ve ölçülür hale gelmiş ve Meriç'in ifadesiyle insanlar arzı fethetmek için arştan vazgeçmişlerdir.
Meriç şiddeti Avrupa'nın Tanrısı olarak görür ve şiddetin hiçbir dönemde bu kadar yüceltilmediğini söyleyerek “Maverayla göbek bağını koparmış bir dünyanın insanı ya intihar eder ya isyan.” diyen Camus'u doğrular. Meriç batı medeniyetini yalancı ve katil olarak tanımlar ve temelleri sarsılmakta olan bu medeniyetin şuursuz takipçileri olarak aynı vahşet ve terörden bizlerin de sorumlu olduğumuzu dile getirir. Terörün de bütün sosyal hastalıklar gibi ülkemize Batı'dan geldiğini teşhis ve tedavisinin de batıdan öğrenilmek zorunda olduğunu ancak aydınların başını kuma gömerek bunları görmezden gelmelerini ya da şairane sözlerle bu yangını söndürebileceklerine inanmalarını eleştirir.
Anarşi, anomi, terör ismi değişse de yenileşme hareketlerinin sonucunda toplumda ortaya çıkan buhran karşısında medeniyetler yıkılır, toplum hayatına yön veren inançlar yok edilir. Buna mukabil şuursuz bazı aydınlar topluluğu sevinç naraları atarken durumun ciddiyetini farkeden ve bu tahribatın önüne geçmek isteyen vicdan sahipleri var güçleriyle bu tahribata engel olmaya çalışır.
*Mustafa Sungur'un kitabı (Anarşi, Sebeb ve Çareleri, 1978), Bediüzzaman’ın bu korkunç felaketi önlemek için nasıl yarım asır çalıştığını anlatıyor. İktidar, kulaklarına pamuk tıkamayıp Nurslu Münzevi’nin ihtarları üzerinde düşünmek zahmetine katlansaydı. Ülkenin akıbeti bu kadar hazîn olmazdı belki. Bediüzzaman'a göre, “Dini terk edip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir Müslim, dalâlet-i mutlaka’ya düşer, anarşist olur”. “Ruhunda kemâlata medar hiç bir halet kalmaz, vicdanı tefessüh eder, hayât-ı içtimaiye için bir zehir olur”. “Laubaliler iyi bilsinler ki dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar.” Müslüman başka bir dine giremez. Ne Hıristiyan olabilir, ne Yahudi, ne de Bolşevik. “Çünkü bir İsevî Müslüman olsa, İsa aleyhisselâmı daha ziyade sever. Bir Musevî Müslüman olsa, Musa aleyhisselâmı daha ziyade sever. Fakat bir Müslüman Muhammed aleyhissalatü vesselamın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiç bir dine giremez, anarşist olur.”
Kitabın bundan sonraki bölümü o zamana kadar yayımlanmamış ve Sedat Zekiye ait olan ve son elli yıla ait Osmanlı niçin sanayiini kuramadı? Avrupa'nın dostluğuna ne kadar güvenebiliriz? Rusya ile hemhudud ülkeler toprak bütünlüğünü nasıl korudular? Kâh Yeni Osmanlı, kâh Jön Türk diye anılan intelijansiya toplumumuzda niçin uğursuz bir rol oynamış? İktidarla aydın çatışması. Abdülhamid Han'ın gerçek kişiliği gibi konulara ışık tutar ve Meriç bu değerlendirmelere kitabında hiç değiştirmeden yer verir.
Kitap Ali Paşa'nın vasiyetnamesi ile son bulur.
ALINTILAR
***Bir buçuk asırdır Avrupa'da ve Amerika'da olup bitenleri anlamak için Şeytan’ın gücüne inanmak lâzım. Gördüklerimizi Şeytan’ın işi diye vasıflandırmaktan başka çıkar yol yok. Mavera inancını yıktı Şeytan. İnsanları kibirlerinden yakaladı. Tanrı’dan ne farkımız var demeye başladılar. Ve Şeytan içimizde uyuklayan aşağılık insiyakları şahlandırdı : “Hırs, tama'ı, altın aşkı.” Bu insiyakların doludizgin at koşturacakları bir iktisat düzeni ilham etti: Kapitalist ekonomi. (s.8-9)
***Ortak bir şuur yok artık. Herkesin konuştuğu dil başka. Hırsızlarla dolu bir panayırdayız. Bezirgânlar mallarını sürmek için sesleri çıktığı kadar bağırıyorlar. Tam bir yaygara. Oysa medeniyet üslûp demektir.(s.21)
***Vaktiyle bütün insanların kolayca kavradığı hakikatleri anlayamaz olmuşuz yavaş yavaş. İlâhi hikmet unutulmuş.(s.21)
***Bugün aslî cevherlerine sadık kalmış medeniyetlerle (Doğu medeniyetleri) aslî cevherlerinden uzaklaşmış yani sapıtmış medeniyetler (Batı medeniyeti) karşı karşıya.(s.25)
*** Mümin Tanrısıyla gönül gönüledir. Yekpare bir varlık, mistik bir vücud olarak hissedilen dini topluluklarda ferd hiçbir şey değildir ve her şeydir. Düşünceler, imajlar, mitler, âyinler, bayramlar vasıtasıyla hissettirilir ona. İşte XVIII. asra doğru Avrupa’nın geniş sosyal tabakalarında tabakalarında adamakıllı sarsılan bu içtimai îmandır.(s. 31-32)
***İnsanlık bu güne kadar iki çeşit medeniyet yaratmış, diyor Ferrero: şiddete dayanan medeniyet, hileye dayanan medeniyet. Şiddete dayanan medeniyette, hayat kavgası kaba kuvvetle; hileye dayanan medeniyet, hileye dayanan medeniyet. Şiddete dayanan medeniyette, hayat kavgası kaba kuvvetle; hileye dayanan medeniyetlerde ise, kurnazlık ve aldatmaca yolu ile yapılır. (s.63)
***Kelimeleri tarif etmeden girişilecek her tartışma kısır kalmağa mahkûm. (s.71)
***Anlarız ki şuur, tek güzel şey. Çünkü her şey şuurla başlar, her şeyin değerini yapan şuurdur. (s.98-99)
***Elli yılda yetmiş milyon insanı yerinden yurdundan eden, köleleştiren, yok eden bir dönem ancak ve her şeyden önce yargılanmalıdır diye düşünenler çıkar belki. Ama dönemin suçluluğu iyice anlaşılmalı değil mi? (104)
***Bir zamanlar zorba, şânını yüceltmek için kentleri yakıp yıkıyor, galibin arabasına zincirlenen tutsak eğlenen kentlilere teşhir ediliyor, toplanan halk önünde yırtıcı hayvanlara fırlatılıyordu. Bu kadar dobra dobra cinayetler karşısında, vicdan metanetini koruyabilir, muhakeme berrak kalabilirdi. Ama hürriyet bayrağı altındaki esir kampları insan sevgisi adına veya insan üstü uğruna işlenen katliamlar muhakemeyi bir mânâda alt üst ediyor. Cinayet suçsuzluk postuna bürününce (zamanımıza mahsus garib bir terslik), suçsuzluk kendini savunmak zorundadır. (105)
***“Çok acı, daha doğrusu çok ayıp... Bombalar patlar ve günahsız insanlar göz göre göre öldürülür veya sakatlanırken gazetelerdeki iri başlıklar ve haber bültenlerine öylesine alıştık ki, kılımız bile kıpırdamıyor artık. Birbirini kovalayan her saldırıdan sonra içimizden yükselen öfke çabucak kaybediyor etkisini.” (111)
***Avrupa'nın yayılması korkunç oldu: bütün Afrika'yı, Okyanusya'yı, Güney Asya'nın tümünü ele geçirdi Avrupa. Haritaya bir göz atın. Fransa’nın, İngiltere'nin, Hollanda'nın, Belçika'nın, Almanya'nın sömürgeleştirdiği uçsuz bucaksız topraklar görürsünüz. (135 )
***“Batı Olayı” karmaşık bir gerçek. Olayın kahramanı Avrupa: ama bir değil iki Avrupa var. Birinci Avrupa insanlığa âşık, hürriyetçi, adalete, terakkiye gönül vermiş, beşeriyetin refahı peşinde, İkinci Avrupa kıyıcı, çıkarlarından, kazancından başka kaygısı yok, hasbelkader eline geçen ilim tekelini insafsızca sömürmek istiyor. Her iki Avrupa'nın konuştuğu dil aynı. İkisi de “geri kalmış” ülkeleri ilim ve terakki yolunda, kendilerine yetişmeye çağırıyor. Ama efendim, elbette ki önce can, sonra canan. Batının sanayileşmiş bölgelerinde nüfus hızla çoğalmaktadır. Önce onları beslemek, yaşayış seviyelerini yükseltmek lazım, tabii siyasî bir etkinlik kazandıkları yani sözlerini dinletebildikleri ölçüde. Kıyıcı Avrupa, kendini bu işe adamış. (142)
***Bir kelimeyle Avrupa’nın başlıca davası Asya’nın direncini kırmak, onu kendine benzetmek ve gönlüne göre istismar etmektir. (192)
***Bir tasavvuru kuvveden fiile çıkarmak için
üç şey lâzım: İlim, irade ve kudret. ( 233 )
***İnsanlar refah ve emniyet peşindedirler, vatan bu iki ihtiyâcın sağlandığı yerdir. (318)
Bir Facianın Hikayesi, günümüz sorunlarına bakışımızı etkileyecek düşündürücü ve derin bir kitap. Kendi adıma kitaptan çıkardığım ana fikir: İnsanlar dinden milli ve manevi değerlerinden özgürlüklerini kısıtladığı gerekçesiyle kaçarken kendilerine barış insan sevgisi gerçek özgürlük yaftalarıyla sevdirilen , dünyadaki hakim güçlerin menfaatine yarayan ideolojilerin kölesi oluyurlar da farkına bile varmıyorlar.
KONU:İSLAM’DA DÎNÎ DÜŞÜNCENİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI (Muhammed İkbal)
İNCELEYEN: Erkam
İncelemesini yaptığım kitabın tercümesi Prof. Dr. Celal SOYDAN’a aittir. Hece Yayınlarından çıkan eser 191 sayfadan oluşmaktadır. Aynı eserin Rahim Acar’a ait çevirisine kıyasla daha yoğun bir akademik dil kullanılmış. Bu sebeple kitabın bazı bölümlerini anlamakta zorlanışımda, mevzunun derinliğinin yanı sıra çeviri dilinin de etkisi olduğunu söylemeliyim.
Eser, Muhammed İkbal’in 1928-1929 yıllarında Hindistan’ın değişik kentlerinde sunulan İngilizce konferanslarının bir araya getirilmesinden meydana gelmiştir. Konferansların temel amacı İslam düşüncesinde yeni bir yapılanmaya zemin hazırlamaktır. Zira İkbal bu türden bir yapılanmanın zorunluluğunu her fırsatta dile getirmiştir.
Eserde dikkatimi çeken hususları şöyle sıralayabilirim:
1- Öncelikle İkbal’in felsefi düşünce alanında ki ilmi derinliği hayranlık hissi uyandırıyor
2- Eserde, İslam’ın geleneksel yorumlamalarının dışında orijinal bakış açılarına yer verilmiş özellikle dikkatimi çeken konuları başlık halinde sıralayacak olursam:
*Allah (Mutlak Benlik) * Peygamber ve Misyonu
*İbadetlerle amaçlanan gaye ve neden toplu halde eda edilmesinin gerekliliği?
*Hz. Adem kıssasının Kuran’da ki ele alınış şekliyle, hangi noktalarda eldeki diğer kutsal metinlerden ayrışmaktadır? Kıssada geçen Cennet, yasak ağaç, ta’lim-i esmâ, Şeytan kavramları?
-Zaman, Mekan ve Ölümsüzlük üzerine bir değerlendirme.
-Kader anlayışı.
-İslam Hukuku ve “İçtihat” kavramı.
-Dua (bu bölüm enfesti)
-Mesih’in zuhuru ile ilgili beklentinin arka planı
3- Elbette ki eser konferans üslubunu yansıtmaktadır, ele aldığı mevzular ile ilgili bütün aktarımlar İkbal’in kendine ait yorumlarıdır. Öne sürdüğü fikirlerini uzun uzadıya ispatlandırma veya dipnot oluşturma çabası içerisine girilmemiş.
4- Eseri daha çok İkbal’in İslam Dünyasına; uyanışa geçilmesi, zaman kaybetmeden eldeki Hakikat’in üzerindeki küllerini savurup yeni bir aşk, heyecan ve bilinçle insanlığa sunulması gerektiğini, haykırdığı düşünceleridir. Zira İkbal’e göre bütün bir Batı medeniyetinin de düştükleri manevi çöküntüden kurtulmaları, ancak İslamî Hakikatlerin yeni bir okuyuşla ele alınmasıyla mümkün olacaktır ve yine çağın ve daha ilerisinin önünü açacak, basiretimizi keskinleştirecek, idrakımızı billurlaştıracak bir zemin de ancak bu yeni yorum çabası esnasında gerçekleşecektir.
ALINTILAR
*İslam’ın da tıpkı Asya’nın eski dinlerinde olduğu gibi çağın şartları ışığında incelemeye ihtiyacı olduğunu belirtir. Geçmiş dönemde ki Kuran müfessirlerinin büyük hizmetlerde bulunduğunu ancak onların eserlerinde modern akla hitap etmekten uzak hususların varlığından bahseder.(s.7)
*Çağımızın en dikkat çekici olgusu, İslam dünyasının manevi bakımdan büyük bir süratle Batı’ya yönelmesidir. Bu akımda sakıncalı bir yön yoktur, zira entelektüel yönüyle Avrupa kültürü aslında İslam kültürünün çok önemli bazı yönlerinin gelişmiş bir şeklidir. Ancak tek endişemiz o kültürün parlak dış görünümünün bu akımda ön plana çıkması ve onun asil özüne kadar ulaşmamıza engel olmamasıdır. (s.8)
*Kuran ‘düşünce’den çok ‘amel’i vurgulayan bir kitaptır. (S.9)
*Kuran “Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir…” ayetinin işaret ettiği biyolojik birlik deneyimi, somutu anlamaya alışkın olan bu çağın aklı için organik bakımdan daha zahmetsiz ve psikolojik bakımdan daha uygun bir metoda uymayı gerekli kılmaktadır. (s.11-12)
*Dinin temel amacı içsel ve dışsal olarak karakteri dönüştürmek ve ona rehberlik etmek olduğuna göre onun varlığını oluşturan genel gerçeklerin istikrarsız hale getirilmemesi gerçeği açıktır. (s.14)
*İslam’ın rasyonel temellerini aramanın bizzat Hz. Peygamber’in mübarek zatıyla başladığını söyleyebiliriz. O, “Allah’ım beni eşyanın hakikatinden haberdar et!” diye sürekli dua ederdi. (s.15)
*Yunan felsefesinin etkisiyle ortaya çıkan çeşitli skolastik teoloji akımlarına göz attığımızda ve onları, Kuran’la karşılaştırdığımızda Yunan felsefesinin İslam düşünürlerinin görüşlerine büyük bir katkı sağlamış olmakla birlikte genel olarak Kuran basiretlerini körelttiği gerçeği karşımıza çıkmaktadır. (s.15)
*Kant’ın “Salt Aklın Eleştirisi” adlı eseriyle insan aklının sınırları belirlendiğinde rasyonalistlerin din konusunda yazdıkları her şey bir kağıt yığını olarak kaldı. Bu yüzden Kant, ülkesi için Allah’ın en büyük hediyesi olarak tanımlanır. (s.17)
*Bu kapsamlı bütün, Kuran’ın tabiriyle “Levh-i Mahfuz” dur ki onda bilimin henüz belirlenmemiş imkanları bir gerçek olarak ta başından beri muhafaza edilmektedir. Kesintisiz zaman içinde sınırlı kavramların ardışık şekilde ortaya çıkmasından anlaşılmaktadır ki bütün bu parçalar ta baştan beri kendilerinde saklı bulunan bir ‘vahdet’ te toplanmışlarıdır. (s.18)
*Müslümanlarda ortaya çıkan taze uyanış, dînî öğretileri yeni baştan yorumlama isteğiyle birlikte Batı felsefesinin gerçekte ne olduğunu ve İslam ilahiyatının gözden geçirilmesi hatta mümkün olursa yeniden yapılanmasında Batı düşüncesinin yarattığı sonuçlardan sağlanacak faydanın ne ölçüde olacağını içtenlikle düşünmek zorunludur. (s.19)
*Kuran’ın temel amacı, Allah ile evren arasındaki çok yönlü yüksek ilişki bilincini insanın içinde uyandırmaktır. (s.20)
*Kuran’a göre içerisinde yaşadığımız evrenin nitelikleri nelerdir?
-Öncelikle kainat sadece bir yaratma oyunu değildir. (Duhan 38-39-)
- Evren daha da genişleyebilecek şekilde yaratılmıştır. Onun ta içinde yeni bir yaratılma rüyası saklıdır. Yaratılması tamamlanmış, değişemez bir evren tasavvuruna Kuran yer vermez. (Fatır 1-Ankebut 20) (s.21)
*Aslında bu sınırsız zaman ve mekan, insanın hükmediciliğinin ona tam olarak hükmetmesini beklemektedir. İnsanın görevi, Allah’ın alametleri üzerinde düşünmek ve bu şekilde tabiata hükmedebileceği çareleri bir hakikat olarak keşfetmektir. (Lokman 20-Nahl 12) (s.23)
*Kuran’da tasvir edilen insan, kendi öz varlığında yaratıcı bir faaliyettir; bir varlık aşamasından diğerine geçen yükselişte olan bir ruhtur. Çevresini saran evrenin en derin arzularına ortak olmak ve bazen onun güçlerine uyum sağlayarak bazen bütün gücünü kullanıp onu kendi amaç ve gayelerine uygun hale sokarak hem kendinin hem de evrenin kaderini şekillendirmek insana nasip olmuştur. (İnşikak 16-19- Rad 11- Bakara 30-33) (s.23)
*Kuran’ın dikkate değer bir özelliği de Hakikat’in gözlemlenebilir yönüne çok önem vermesidir. Bunda ki temel amaç ise tabiatın Hakikat’in bir simgesi olduğu bilincini insanda oluşturmaktır. (Bakara 164- Enam 97-99) (s.25-26)
*Asya’nın hatta aslında bütün eski dünya uygarlıklarının tamamının kalıcı olmak noktasında başarısız kalmalarının sebebi, Hakikate içsel yolculukla hareket etmeleri ve içselden dışa doğru yönelmeleriydi. Bu tutum onlara, sadece güçten yoksun bir teori sağladı. Güçten yoksun, teoriye dayalı bir medeniyet kalıcı olamaz.
*Kuran’ın natüralist yönü, insanın doğayla derinden bağlantılı olduğunun itirafıdır. Doğa güçlerini yönetme bakımından birçok imkan sağlayan bu bağlantı, haksız bir hakimiyet kurmak yerine çok daha asil bir gaye uğrunda özgür bir şekilde gelişen manevi hayatta yükselmek için kullanılmalıdır. İşte bu yüzden gerçek bir Hakikat bilgisi elde edebilmek için his ve idrakin yanı sıra Kuran’ın ‘fuad’ veya ‘kalp’ diye tanımladığı gönül müşahedelerinden de yararlanmak gerekir. (s.27)
*Mistik Deneyim’in Özellikleri (s.29)
1- Bu deneyim aracısız ve hızlıdır. Allah, matematiksel bir sistem veya birbiriyle bağlantısı ve deneyele hiç ilişkisi olmayan kavramlar sistemi değildir.
2- Deneyim parçalara ayrılamaz bir bütündür. Mistik hal bizi, bir bürün olarak Hakikatle karşı karşıya getirir ve uyaranlar birbirine karışarak öyle parçalanamaz bir bütünlüğe bürünür ki olağan özne ve nesne ayrımı yapılamaz.
3- Benzersiz ve yegane olan Diğer Benlikle derin bağlantı kurma haline yer vermesi. Bu hal sahibinin varlığının ötesindedir ama onu, tam olarak sarar ve onun bireysel varlığını geçici olarak bastırır. (Referans: Bakara 186)
4- Mistik deneyim aracısız yaşanan bir keyfiyet olduğu için onun, birebir başkasına aktarılması mümkün değildir. (Referans: Şura, 51-Necm, 1-18)
Duygu her zaman sahibinin dışında ve ötesindeki bir şeye işaret eder; sahibine o yöne doğru rehberlik eder ve oraya ulaştığında görevi son bulur. Din, duygu ile başlamakla beraber hiçbir zaman sadece duygudan ibaret olduğunu kabul etmemiş ve sürekli metafiziği de elde etmeye çalışmıştır. Dolayısıyla tasavvuf ehlinin bilgi aracı olarak aklın rehberliğini aleyhinde olmasını din tarihi haklı çıkarmamaktadır. (s.33)
5- Bir mutasavvıfın Ezeli Zat ile kurduğu samimi münasebetin onda daimi zamanın gerçek dışı olduğu hissini uyandırmasından daimi zamanla ilişkisinin tamamen kesildiği anlamı çıkarmak doğru olmaz. Mistik deneyim, eşsizliğine rağmen bir şekilde günlük deneyimle mutlak ilişkili kalır.
*Demek ki bilgi edinme bağlamında mistik deneyim alanı da insan yaşamının diğer alanlarındaki deneyimler kadar gerçek ve güvenilirdir. Diğer duyu organlarının verileri olmadıkları gerekçesiyle onları göz ardı etmemek gerekir. (s.34)
*Din, bilimden çok daha önce dini hayatta somut deneyimin gerekliliğinde ısrar etmiştir. Din ve bilim arasındaki anlaşmazlık, birinin somut deneyime dayanması diğerinin dayanmamasından değildir. Her ikisi de hareket noktası olarak somut deneyimleri ister. Aralarında ki anlaşmazlık aynı gerçeğe ilişkin veriyi yanlış yorumlamalarından kaynaklanmaktadır. Dinin insanoğlunun farklı bir deneyiminin özüne ulaşmaya çalıştığını unutuyoruz. (s.36)
*Sınırlı ve basiretsiz dünyevi ömründe eğer bir mutasavvıf veya sıradan birine hem onun hem de bizim hayatımızın akışı değiştirecek bir tecelli görünürse bunun sebebi, Sonsuz Hakikat’in tüm somutluğuyla onun ruhuna inmesinden başka bir şey olamaz. (s.36)
DİN DENEYİMİNDE VAHİYLERİN FELSEFİ ÖLÇÜTÜ
*Skolastik felsefe Allah’ın varlığına ilişkin üç delil ileri sürer:
Kozmolojik Delil: Dünyanın, sebep-sonuç ilişkisi içinde oluştuğunu ve bu sebepler silsilesinin nedeni olmayan bir ilk nedeni olduğuna dayanır.
Teolojik Delil: Bu delil kâinattaki kusursuz düzenin mutlaka bir akıl sahibi varlığa delalet ettiğini söyler. İkbal bu delilden çıkan varlığın yaratıcı değil tasarımcı olduğunu söyler. Ontolojik deliller: Zihnimizde bir mükemmel varlık düşüncesi vardır. Bu düşünce tabiattan gelemez. Zira tabiatta değişim vardır. Bu da kâmil varlıkta olmaması gereken bir şey. O halde mükemmel bir varlık tabiatın dışında vardır. (s.39)
*Sebep-sonuç dizisini belirli bir noktada bitirmek ve dizinin bir öğesini ilk sebep derecesine yükseltmek, delilin dayandığı nedensellik kanununun reddi anlamına gelir. Dahası bu delilin varabildiği ilk sebep, mutlak surette onu var edeni dışlar. Kendi sebebine sınır koyan sonuç, sebebini (failini) sınırlı bir şey durumuna indirgedi anlamına gelir. Ve yine bu delilin neticesinde elde edilen ilk sebep, doğal olarak Mutlak Zat’ın varlığı olamaz, zira nedensellik dizisinde sebep ve sonuç eşit olarak birbirine ihtiyaç duyar. (s.39)
*Doğada bulunan basiret, amaç ve uyum belirtilerini incelediğimizde sonsuz akıl, bilgi ve güce sahip bir varlığın sahip olduğu sonucunu çıkartırız. Ama bu delil bize sadece tasarımcı fikri verir; yaratıcı değil. Malzemenin dışında düşünülen bir tasarımcı mutlaka malzemesiyle sınırlandırılmış olur. Gerçek o ki teolojik delilin yaptığı benzetmenin hiçbir değeri yoktur. İnsanın tasarımcılığı ile doğada gerçekleşenler arasında hiçbir benzerlik yoktur. (s.40)
*Duyu ve sezilerle elde edilen vahiyler yoluyla Hakikat’e geçiş, gerçekten dinin Mutlak Hakikat’in nihai doğası hakkındaki görüşünden farklı bir noktaya götürü mü? Doğa bilimi, eninde sonunda materyalizme mecbur mudur? Kuşkusuz pozitif bilim teorileri güvenilir bilgiler oluşturur çünkü bu teoriler doğrulanabilir teorilerdir ve doğa olaylarını öngörüp kontrol etmemizi mümkün kılarlar. Ancak bilim dediğimiz şeyin Mutlak Hakikat’e ulaşmak için tek sistematik araç olmadığını unutmamak gerekir. Bilim Mutlak Hakikat’in kısmi incelemesini kapsayan birikimdir. (s.51)
*Aslında çeşitli bilimler, her biri bir et parçası kapıp kaçmak için ‘tabiat cesedi’ ne üşüşen akbaba sürüsüne benzer. (s.51)
*Nitekim tüm gerçekliğin arayıcısı olduğu ve insan deneyiminin bütünlüğü bakımından kesinlikle merkezi bir önemde olan dinin, gerçekle ilgili herhangi kısmi bir bakış açısından korkması için bir sebep yoktur. (s.51)
*Gerçek idrak için bir tarz olan akıl, nasıl olur da kendinden başka bir şeyin evriminin sonucu olabilir? (s.54)
*Zaman olmaksızın daimi değişimden söz edilemez. O halde iç deneyimimize göre bilinçli varlık, zaman içinde hayat demektir. İçsel deneyimin niteliği hakkında derinlemesine incele yaparsak zâtın (benliğin) kendi içsel hayatında merkezden dışa doğru hareket halinde olduğu ortaya çıkar. Dolayısıyla onun basîr (gören veya kavrayan) ve faal (etkin) olarak tanımlanabilecek iki yönü olduğu söylenebilir. (s.56)
*Dış dünyayla kesintisiz ilişki sonucunda insanın basîr yönü perdelenmekte ve biz ondan habersiz kalmaktayız. (s.56)
*Kuran’ın “kader” dediği zaman, organik bir bütündür. Bu kavram hem İslam dünyası içinde hem de dışında çok yanlış anlaşılmıştır. Aslında kader, imkanlarının henüz ortaya çıkacağı kabül edilen zamandır. Bu, nedenselliğin yani mantıki algının koyduğu şemanın karakterinden bağımsız bir zamandır. Kısacası kader, bir fikir veya hesap işi değil hissedilen zamandır. Bir şeyin kaderi, bir efendi gibi dışardan emreden talihin acımasız eli değil, her şeyin iç yeteneğidir. (s.58)
*Hakikat’in hayatındaki her an özgündür; tamamen orijinal ve önceden öngörülemeyen şeyler yaratır. (s.59)
*Aslında her yaratma eylemi özgür bir eylemdir. Yaratma ve yineleme zıt eylemlerdir zira yineleme mekanikliğe özgü bir niteliktir. İşte bu yüzden hayatın yaratma eylemini mekanizma terimleriyle ifade etmek imkansızdır. Bilim, deneyimler arasında uyumluluğu oluşturmaya ve mekanik tekrarlama kurallarını ortaya koymaya çalışır. Hayat, kendiliğinden olma duygusunun derinliği içinde tamamen bağımsızdır ve zorunluluk alanının dışındadır. Bu yüzden bilim, hayatı idrak edemez. Hayatın mekanik açıklamasının peşinde olan bir biyolog, böyle bir açıklama yapabilir, zira onun inceleme alanı davranışları mekaniklikle benzerlik gösteren hayatın ilkel formlarıyla sınırlıdır. Eğer o hayat incelemesini bizzat kendi içsel yansıması bağlamında incelese yani aklının nasıl özgürce seçtiğini, geleceği güçlü bir şekilde hayal ettiğini incelese muhakkak ki mekaniksellik kavramının yetersiz olduğunu itiraf edecektir. (s.59)
*Hayat sadece dikkat eylemleri dizisidir ve dikkat eylemi, bilinçli veya bilinçsiz amaçlar referansı olmaksızın bir anlam taşımaz. (s.61)
*Seraptan kurtulmuş olman senin içinde samimi bir su talebi olmayışındandır. (s.61)
*Amaç kavramı, gelecek referansı olmaksızın tasavvur edilemez. Hiç kuşku yok ki mazi de mevcut zamanla birlikte hareket eder ve etkindir ancak mazinin şimdideki etkinliği bilincin bütünü değildir.
*Hakikat, tamamen düşünce nurundan yoksun, kör bir hayat dürtüsü değildir. Onun doğası baştan sona erekseldir (önceden saptanmış bir amaç veya hedef doğrultusunda çalışmak).
*Kuran görüşüne, evrenin önceden belirlenmiş bir planın zaman içerisinde detaylandırılması görüşünden daha yabancı bir görüş olamaz. Evrenin, asırlar önce tamamlanıp yaratıcısının elinden çıkmış ve şimdi zamanla alakasız şekilde mekan boşluğunda işlevsiz bir madde yığını gibi duran ve fiilen ölü bir eser değildir. (s.63)
*Tabiat ile Îlâhî Zât arasındaki ilişki tıpkı insan karakteriyle kişiliği arasındaki ilişki gibidir. Kuran çok hoş bir ifadeyle bunu “Sünnetullah” olarak tanımlar. (s.64)
*Tabiat bilgisi Allah’ın davranışını bilmektir ve bu bakış açısı fizik bilimine taze ruhani bir anlam katar. İbadetin başka bir türü olan tabiatı inceleme esnasında Mutlak Benliğe yakınlaşma ararız. (s.64)
*İnsanın “henüz değil” sözü, onun bir amaç peşinde olduğunu veya onu elde etmekte o ana kadar başarısız olduğu anlamına gelir ancak Allah’ın “henüz değil” sözü, O’nun bütün bu faaliyet esnasında varlık bütünlüğünü de koruyarak kesintisiz yaratıcı imkanlarının tükenmez ve şaşmaz bir şekilde ortaya çıkmasıdır. (s.67)
*Hayatın entelektüel görünümü zorunlu olarak panteist (Vahdet-i Vücut) yapıda yansır. (s.68)
*Felsefe Mutlak Hakikat’i biraz uzaktan izler. Din ise Hakikat ile daha yakın bir temas arayışındadır. Birisi teoridir, diğeri ise canlı bir deneyim, ilişki ve samimiyettir. Düşünce, bu samimiyeti elde etmek için bulunduğu düzeyin çok üzerine çıkmalı ve dinin dua diye tanımladığı zihni tutumda teskin aramalıdır. (s.68)
ALLAH KAVRAMI VE DUANIN ANLAMI
*Bütün deneyimlerimizin nihai temelinin benlik diye tanımlayacak nedenler bulduğumuz hikmet ve basiret sahibi yaratıcı bir irade olduğu gerçeği ortaya çıkar. Mutlak benliğin bireyselliğine vurgu yapmak için Kuran ona, ‘Allah’ adını verir ve onu şöyle tanımlar:
“Deki: O, Allah birdir.
Allah, sameddir.
O, doğurmamış ve doğmamıştır.
Onun hiçbir dengi yoktur.” (İhlas, 1-4.)
*Allah’tan öte ve O’nun yaratıcı faaliyetinden ayrı O’nu diğer benliklerle kıyaslayacak ne zaman ne de mekan vardır. Mutlak Benlik, ne mekânsal sonsuzluk anlamında sonsuzdur ne de insanların mekânsal sınırlı bedenen diğer insanlardan ayrı olmaları anlamında sınırlıdır. Kısacası Allah’ın sonsuzluğu kapsam anlamında değil yoğunluk anlamındadır. O, sınırsız bir dizi içerir ama kendisi dizi değildir. (s.71)
*Mekan ve madde Allah’ın bağımsız yaratma enerjisiyle ilgili aklın ürettiği değişik yorumlardır. (s.71)
*Müritlerden biri: “Yalnız Allah’ın var olduğu ve ondan başka bir şeyin olmadığı bir an vardı.” Deyince. Bıstâmî Hazretleri: “Şimdi de öyle, tıpkı o anda olduğu gibi” cevabını verir. (s.72)
*Varlığın bütün gamlarındaki benlik melodisi, insanda mükemmele ulaşıncaya kadar giderek tizleşen bir ölçüde devam eder. İşte bundan dolayı Kuran, Mutlak Hakikat’in İnsana şah damarından daha yakın olduğunu buyurur. Bizim varlığımız, ilahi hayatın daimi selinde inci taneleri gibi yaşamakta ve hareket etmektedir. (s.77)
*Allah’ın yarattıkları arasında Yaratıcısı’nın yaratma hayatında bilinçli olarak yer alabilen tek mahluk insandır. (s.78)
*Allah bölünemez bir tek algı eylemiyle her şeyi görür ve duyar. Allah’ın önceliği zamanın önceliğinin bir sonucu değil aksine zamanın önceliği, Allah’ın önceliğinin sonucudur. Bu bakımdan İlahi zaman, Kuran-ı Kerim’de “Ümmü’l-Kitab) olarak tamamlanan zamandır ve bunda bütün tarih sebep-sonuç örgüsünden bağımsız olarak bir tek bölünmez ebediyet üstü “şimdi” de toplanır. (s.80)
*Mutlak Kudret, soyut anlamda alınacak olursa kör, sınırsız ve kontrolsüz bir güç demek olur. Halbuki Kuran tabiat aleminin karşılıklı olarak birbirine bağlı güçler sistemi olduğu yönünde keskin bir anlayışı vardır. Bu bakımdan Allah’ın mutlak kudreti Allah’ın hikmetiyle sıkıca birbirine bağlıdır ve bundan dolayı aksine ölçülü ve düzenli bir sistem şeklinde yansımaktadır. Aynı zamanda Kuran, “Bütün iyilikleri elinde tutar” diye buyurmaktadır. Eğer ilahi irade tamamıyla hayır ise çok önemli bir mesele karşımıza çıkmaktadır. Modern bilim, evrim sürecinin neredeyse evrensel boyutta acı, haksızlık ve kötülüklerden ibaret olduğunu ortaya koymuştur. (s.84)
*Zihinsel yapımız, varlıkları ancak bölük pörçük bir şekilde kavrayabilecek yetenektedir. Bir yanda büyük tahribat yaratan , diğer yanda hayatın devamını sağlayıp geliştiren müthiş kozmik kuvvetlerin gerçek öneminin ne olduğunu anlayamayız. İnsan tutumunun güçlendirilme imkanına ve doğa güçleri üzerindeki kontrolüne dayanan Kuran öğretileri, ne kötümserliği destekler ne de iyimserliği. O, dünyanın geliştiği ve daha iyiye gittiği inancını destekler; sonunda insanın kötülüğe karşı zafer kazanacağı ümidini besler. (s.86)
*Hz. Adem’in dünyaya indirilişi efsanesine bakalım. Bu efsanede Kuran, eski sembolleri kısmen korumuş ancak efsanenin özünü değiştirip ona yepyeni bir anlam kazandırmıştır. Kuran’ın, yeni anlamlar oluşturmak ve çağın ruhuyla uyumlu hale getirmek için kıssaları, kısmen veya tamamen değiştirme yöntemi İslam alimlerinin daima göz ardı ettikleri önemli bir noktadır. Kuran’da bu türlü hadiselerin anlatılma amacı tarihi olayları aktarmak değildir, aksine onların evrensel ahlaki ve felsefi önemini ortaya koymaktır. Bu amaç doğrultusunda Kuran, kıssalarda ki kişi ve yer isimlerini çıkarmıştır çünkü isimler, anlam bakımından olayı sınırlayabilmekte ve onu belirli bir tarihi olay şekline dönüştürmektedir.
*Hz. Adem ile ilgili Kuran’daki beyan ile İncil’deki efsane arasında büyük fark vardır ve bu efsanenin beyanıyla Kuran’ın amacının İncil’in amacından ne kadar farklı olduğu görülür.
1- Kuran, yılan ve kaburga kemiği hikayesini tamamen dışarıda bırakmıştır. Yılan bahsini bu hikayeden çıkarmasının amacı muhtemelen efsaneyi cinsel havadan arındırmak ve aynı zamanda hayat hakkında karamsar düşünceyi ortadan kaldırmaktır. Kaburga kemiği bahsinin hikayeden çıkarılmasının sebebi ise Kuran’ın beyanının Eski Ahit’tekiler gibi tarihi olayları anlatmak gibi bir amacının olmamasından kaynaklanmaktadır. Eski Ahit’te bu efsane, İsrail soyunun tarihine bir giriş olarak ilk insan çiftinin nasıl yaratıldığını anlatmaktadır. Nitekim Kuran’da canlı bir varlık olarak insanoğlunun yaratılışını anlatan ayetlerde genellikle Adem yerine Beşer ve insan kelimeleri kullanır. Adem kelimesi ise yeryüzünde Allah’ın halifesi niteliğine atıf için kullanılır. Kuran’ın, Kitab-ı mukaddeste yer alan Adem ve Havva gibi özel isimleri ilk planda belirtmemesindeki amacı dikkati asıl konuya odaklamak içindir. Kuran Adem kelimesini kullanır ancak bir birey olarak değil insan soyu anlamına gelen bir kavram olarak. (s.87)
2- Kuran, bu efsaneyi iki ayrı kıssaya ayırır. Birinde sadece “ağaç” bahsi vardır, diğerinde ise “ebediyet ağacı” ve “son bulmayan saltanat” tan bahsedilir. İlk kıssa, yedinci surede, ikincisi yirminci surede bulunur. Kuran’a göre Adem ve eşi, tek işi insanların aklını çelmek ve onlarda şüphe yaratmak olan Şeytan’a uyarak her ikiside ağacın meyvesinden yediler. Oysa Eski Ahit’te Adem, ilk itaatsizliğinin hemen ardından Aden bahçesinden kovuldu ve Allah, bahçenin doğusunda bulunan hayat ağacını korumaları için melekleri görevlendirip bahçenin etrafında ateş saçarak dönen kılıcı koydu. (s.88)
3- Eski Ahit’te, Adem‘in itaatsizliği nedeniyle yeryüzü lanetlenmiştir. Kuran ise toprağı insanoğlunun “meskeni” ve “kazanç kaynağı” olarak tanımlar, bunun için insanoğluna şükretmesi gerektiği belirtilir.
Burada bahsi geçen “Cennet” kelimesinin, içinden insanın yeryüzüne atıldığı duyu ötesi cennet anlamına geldiğini düşünmek için bir neden yoktur. Kuran’ın beyanına göre insan, yeryüzünde bir yabancı değildir. “Allah, sizi de yerden ot(bitirir) gibi bitirmiştir.” (Nuh, 17) Bu efsanede bahsedilen cennet, dürüst ve iyi insanların ebedi meskeni olan yer değildir. Dürüst ve iyi insanların meskeni anlamındaki Kuran’da bahsedilen cennetin, insanın çevresine bağlı olmadığı ve insan uygarlığının başlangıcına dair tek işaret olan beşeri isteklerin baskısına maruz kalmadığı bir çevre olduğu kanaatindeyim. (s.88)
*Böylece Kuran’da ki Adem’in Cennet’ten çıkarılma hadisesinin yeryüzünde insanoğlunun nasıl ortaya çıktığıyla bir ilgisi olmadığını görüyoruz. Aksine bu hadise, insanın içgüdüsel duygu ve ihtiyaçlarının ilkel düzeyden çıkıp şüphe ve itaatsizlik yeteneğine ve benlik bilincine sahip olma düzeyine yükseldiğine işaret etmektedir. (s.89)
*Cennetten çıkarılma ahlaki bir bozukluk anlamına gelmez, aksine bu, insanın basit bilinçten öz bilince geçişindeki yolculuğunu yansıtmaktadır. İnsanın kendi varlığında bir sebep sonuç dizisi olduğunun farkına varmasıyla bir nevi fıtrat rüyasından uyanmasıdır. (s.89)
*Kuran’a göre yeryüzü, mayası kötülük olan bir beşeriyetin ilk günah edimi yüzünden hapsedildiği bir işkence odası değildir. İnsanın ilk itaatsizlik edimi aslında onun ilk özgür seçimi de olmuştur; bu nedenle Kuran’ın beyanına göre insanın ilk günahı affedilmiştir. İyilik zorlama meselesi değildir; kişinin kendini ahlaki bir ideale gönül rızasıyla teslim etmesidir. Bu edim, özgür benliklerin özgür dayanışmasıyla ortaya çıkar. Bir makine gibi davranışları tamamen önceden belirlenmiş bir varlık iyilik üretemez. Dolayısıyla özgürlük, iyilik için ilk şarttır. (s.89)
*Ancak seçme gücüne sahip, sonlu bir benliğin varlığına izin vermek büyük bir tehlikeyi göze almak olur. Zira benliğin önünde göreli değerlere bağlı iyi veya kötü olarak seçebileceği sayısız yol vardır; benliği seçme özgürlüğünde bunun aksini seçme özgürlüğü de mevcuttur. Yaratıcının bu tehlikeyi göze alması O’nun insana duyduğu büyük güveni gösterir. Bu güveni haklı çıkarmak insana bağlıdır. Belki de “yaratılanların en iyisi” olarak yaratılıp sonra da “sefillerin en sefili” düzeyine indirilen bir mahlukun gizli güçlerinin ölçülmesi ve geliştirilmesini mümkün kılan tek şey, böyle bir tehlikenin göze alınmasıdır. (s.89)
*Hayır ve şer birbirinin karşıtı olmakla birlikte aynı bütünün içinde yer alır. Tecrit edilmiş veya diğerinden ayrı, gerçek diye bir şey yoktur; çünkü gerçekler, bütün parçaları karşılıklı ilişkileri sayesinde anlaşılabilen sistematik bir bütünün parçalarıdır. (s.89)
*Şeytan, gizli bilgi ağacının yasak meyvesini yemesi için Adem’i ikna etti. O da aslında doğası kötü olduğundan değil ancak yaratılış olarak “aceleci” olduğundan bilime kısa yoldan varma isteğinden dolayı meyveyi yedi. Onun bu aceleci doğasını düzeltmenin tek yolu, onu güçlüklerle dolu olsa da zihni güçlerini geliştirebileceği daha uygun bir ortama koymaktı. Nitekim Adem’in güçlüklerle dolu fiziki bir ortama konulması ceza olsun diye değildi, aksine insanın düşmanı olan Şeytan’ın kurnazlıkla Adem’i daimi bir büyüme ve genişleyip artma zevkinden mahrum bırakma amacını boşa çıkarmaktı. (s.90)
*Karşısında sayısız imkanın bulunduğu sonlu benliğin deneyimi ancak deneme yanılma yoluyla genişler. Bu nedenle bir tür ‘zihni şer’ olarak tanımlanabilen hata, insan deneyiminin yapılandırılmasında vazgeçilmez bir öğedir. (s.90)
*Kuran, insanı; göklerin, yerin ve dağların taşımaktan çekindiği şahsiyet emanetini her tehlikeyi göze alarak kabul eden bir varlık olarak sunar. (s.90)
*Daha öncede söylediğim gibi dini amaçlar felsefi amaçlardan çok üstündür. Din, sadece kavram ve kuramlarla yetinmez; amaçladığı şeye dair daha derin bir bilgiye sahip olmak ister. Bu yakınlığın kazanılmasını sağlayan unsur ruhani aydınlanmaya sebep olan dua veya ibadettir. (s.92)
*Prof. William James: “Öyle görünüyor ki ‘bilim’ aksini söylese de insan, zihni durumunda temel bir değişim olmaması durumunda ki şu anda bu değişim olasılığına ilişkin bir beklentimiz yok, son ana kadar dua edecektir.” (s.92)
*Ruhsal aydınlanma aracı olarak dua, normal bir eylemdir ve bu eylem sayesinde küçücük şahsiyet adamız, birdenbire sınırsız hayat bütünlüğü içindeki yerini keşfeder. (s.93)
*Güce sahip olmayan basiret, manevi bir yücelme sağlayabilir ama kalıcı bir uygarlık yaratamaz. Basiretten mahrum güç ise insanlık için sadece felaket ve yıkım getirir. İnsanlığın manevi gelişimi için her ikisinin sentezi ve uyumu son derece zorunludur. (s.95)
*İbadet, cemaatle birlikte yapıldığında gerçek amacına ulaşır. Her türlü samimi ibadetin ruhu toplumsaldır. Cemaat, aynı amaçla bir tek şey üzerinde düşüncelerini yoğunlaştıran ve aynı dürtünün çalışması için iç benliklerini açan insan topluluğudur. (s.95)
*İbadet, ister bireysel olsun ister toplu halde, evrenin korkunç sessizliği içerisinde insanoğlunun haykırışına bir cevap alma yolundaki içsel özleminin ifadesidir. (s.95)
*İbadetlerin yapılış şekilleri insanlarda toplumsal eşitlik duygusunu geliştirir ve düzey ve ırk ayrımını ortadan kaldırır. Güney Hindistan’ın mağrur ve aristokrat bir Brahman’ı, en alt kasttan olan dokunulmazlarla her gün omuz omza durup ibadet etse çok kısa zamanda ne büyük bir ruhani devrim gerçekleşir. (s.96)
İNSAN BENLİĞİNİN ÖZGÜRLÜĞÜ VE ÖLÜMSÜZLÜĞÜ
*Kuran’a göre üç şey son derece açıktır:
1-İnsan Allah’ın seçkin yaratığıdır.
2-İnsan bütün kusurlarına rağmen Allah’ın yeryüzündeki halifesidir.
3-İnsan, varlığını tehlikeye atarak kabul ettiği özgür bir şahsiyetin emanetçisidir.
*Hallaç’ın “Ene’l-Hak” deneyiminin gerçek analizi damlanın denize katılması değil, aksine reddedilemez sözcüklerle daha derin bir zâtın içinde insan benliğinin gerçek ve kalıcı bir varlık niteliğine kavuşmasının idrak edilmesi ve cesaretle olumlanmasıdır.
*Basiret, nesnelerin zamansal, mekânsal ve nedensel bağlarını benliğin kavramasıdır. Bşka bir ifadeyle bu, benliğin kendi belirlediği amaçlar doğrultusunda karmaşık bir bütün içinden yaptığı veri seçiminden ibarettir.
*Kuran’a göre günlük namaz vakitlerinin belirlenmesinde yatan gaye şudur: Bu durum hayat ve özgürlüğün nihai kaynaklarıyla benliği daha yakın hale getirerek ona, kendini kontrol altına alma fırstı vermekte ve onu, uyku ve iş hayatının mekanikliğinin etkilerinden kurtarmaktadır. İslam’da namaz, benliğin mekaniklik baskısından kurtulup özgürlüğe doğru geçişidir.
*Felsefe, sebep kavramını Allah’a bağlama bahsini ortaya attığı ve zamanı nedensellikteki ilişkinin özü olarak kabul ettiğinde kaçınılmaz olarak evrenden önce var olan ve ona dıştan etki eden bir Allah tasavvuru ortaya çıktı. Allah, nedensellik zincirinin son halkası ve evrende gerçekleşen her şeyin gerçek sebebi olarak tasavvur edildi. Ayrıca fiili materyalizmi benimseyen Şam’daki fırsatçı Emevi hükümdarları hem Kerbela’da gerçekleştirdikleri zulmü örtbas edebilmek ve Muaviye’nin başlattığı isyandan yararlanmak hemde halkin kendilerine karşı ayaklanmasını önlemek için bir bahaneye ihtiyaçları vardı. (Tüm bu olup bitenler Allah’ın takdiridir.) (s.111)
*Ölümsüzlük üzerine; Bu çok önemli bir noktadır ve kurtuluş hakkında İslam’ın görüşüne ilişkin net bir fikir edinmek için bunun iyi bir şekilde anlaşılması gerekir. Sonlu benlik, geçmişteki amellerinin semeresini görmek ve geleceğinin imkanlarını tartmak üzere kendi bireyselliğinin değişmez yeganeliği ile sonsuz benliğin huzuruna çıkacaktır. …Bununla birlikte sadece sürekli gelişen bir benlik, evrenin amaç ve anlamına katılabilir. (s.117-118)
*Peki ruh kendini nasıl geliştirir ve yozlaşmaktan nasıl korunabilir? Amel ile.
Hayat, benliğin faaliyetine fırsat sağlar; ölüm ise benliğin ameller dizisinin ilk sınama aşamasıdır. Mutluluk veya eziyet verici bir amel yoktur. Sadece benliği yapılandıran veya yok eden ameller vardır. Benliği yok oluşa götürende onu gelecek için disipline edip hazırlayan da amellerdir. Benliğin korunup idamesini sağlayan prensip, kendi benliğine saygı göstermenin yanı sıra başkalarının benliğine de saygı duymaktır. (s.119)
*İslam’da sonsuz lanetlenme diye bir şey yoktur. Bazı ayetlerde Cehennem ile ilgili olarak kullanılan “ebediyyen” sözcüğü bizzat Kuran’ın açıkladığı gibi belirli bir zaman süresi anlamına gelmektedir. (Nebe’, 23) Zaman, insan varlığının gelişimiyle tamamen bağlantısız olamaz. İnsan karakteri kalıcı olma eğilimindedir; onun yeniden şekillendirilmesi zaman gerektirir. Bu yüzden Kuran-ı Kerim’in ifade ettiği Cehennem, intikam peşinde olan bir Allah’ın insan için hazırladığı ebedi bir işkence çukuru değil, katılaşmış bir benliği, Allah’ın rahmetinin hayat esintisiyle yeniden hassaslaştırabilecek ıslah edici bir deneyim yeridir. (s.123)
İSLAM KÜLTÜRÜNÜN RUHU
*Mutasavvıf, tevhitten aldığı iç huzurdan ayrılıp geri dönmek istemez; dönmek zorunda olduğu için döndüğünde de onun dönüşü insanlık için bir şey ifade etmez. Peygamberin dönüşü ise yaratıcı niteliktedir. Peygamber, tarihe yön veren güçleri kontrol altına alarak yeni bir gayeler dünyası kurmak amacıyla geri döner ve kendini zamanın akışına bırakır. Tevhitten elde edeceği iç huzur, mutasavvıfın son hedefidir; oya bu deneyim, peygamberde insanlık alemini tamamen değiştirebileceği dünyayı sarsan psikolojik güçleri uyandırma eylemleridir. (s.125)
*Peygamber karşısında duran etkilenmez malzemeye nüfuz etmeden önce kendini, kendisi için keşfeder ve sonra, tarihin gözleri önünde kendini ifşa eder. (s.125)
*İslam’da ruhbanlığın ve kalıtsal hükümdarlığın kaldırılması; Kuran’ın sürekli akla ve tecrübeye hitap etmesi; Doğa ve tarih incelemesini bilgi kaynağı olarak belirlemesi gibi vurguların hepsi peygamberlerin son bulduğu görüşünün değişik yönleridir. (s.127)
*Sınırlılık düşüncesi aklın hareketi ve gelişimini engelleyen bir puttur; aklın sınırlarını aşması için seri zaman ve algısal mekan boşluğundan kendini kurtarması gerekir. Kuran’ın buyurduğuna göre “ve şüphesiz en son varış Rabbinedir.” (Necm, 42) Bu ayet, Kuran’ın en derin düşüncelerinden birini barındırır. Zira bunda kesinlikle işaret edilen şey en son sınırın yıldızlar istikametinde değil, sınırsız kozmik hayatta ve maneviyatta aranması gereğidir. Mutlak sınır istikametine yapılacak entelektüel yolculuk hem uzun hem de zordur. Bu noktada da Müslümanların düşünsel çabalarının Antik Yunan düşüncesinden tamamen farklı bir yönde hareket ettiği görülmektedir. Yunan felsefesinin ideali uygunluktu; sonsuzluk, onun meselesi değildi. (s.132)
*İslam’da matematiksel düşüncenin gelişmesinin yanı sıra evrim fikrinin de aşamalı olarak olgunlaştığını görmekteyiz. Kuşların hayatında mekan değişikliği ile birlikte değişim gerçekleştiğini ilk not eden kişi Cahız oldu. (s.138)
*Kuran’da ki “gecenin ve gündüzün değişmesi” ayeti ve “O, her an yaratma halindedir.” İlkesinin Mutlak Hakikat’in bir sembolü olması; İslam metafiziğinin zamanı, nesnel bir gerçek olarak alma eğilimi; İbn Miskeveyh’in hayatı, evrimsel bir hareket olarak görmesi ve son olarak El-Biruni’nin doğayı bir oluş süreci olarak kabul etmesi, bütün bunlar, İbn Haldun’un entelektüel mirasını oluşturmaktadır. (s.141)
*Hiç kuşkusuz mecusî kültürünün belirgin bir yönü sürekli beklentidir. Zerrdüşt’ün henüz doğmamış oğulları mesih veya dördüncü İncil’de adı geçen Faraklit’in geleceği beklentisidir. İslam’da peygamberliğin son bulduğu inancının kültürel anlamını aramak için hangi yönde hareket etmeleri gerektiğini daha önce belirtmiştim. Bu, Tarih hakkında yanlış görüşün oluşmasına sebep olan Mecusîlerin sürekli beklenti doktrini için psikolojik bir tedavi olarak kabul edilebilir. Aslında İbn Haldun, geliştirdiği tarih anlayışının ruhuna dayanarak, en azından psikolojik etkileri bakımından Mecusi fikrine benzeyen ve onun baskısı altında İslam’a girdiği iddia edilen görüşün Kuran’a dayanan sözde temellerini kıyasıya eleştirmiş ve inanıyorum ki temelinden yıkmıştır. (s.144)
İSLAM’DA HAREKET PRENSİBİ
*İslam, hissi bir sistem olan bireyin önemini itiraf eder ve insan birliğinin temeli olan kan bağını reddeder. Kan bağı dünyaya bağlılıktır. İnsan birliğinin salt psikolojik kökenini aramak ancak insanın bütün hayatının aslında ruhsal olduğunu algılamakla mümkündür. (s.145)
*Yeni kültür, dünya birliğinin temelini ‘Tevhit’ ilkesinde buldu. Yönetim şekli olarak İslam, insanlığın zihin ve duygu hayatında bu ilkeyi, yaşayan bir güç yapmak için pratik bir araçtır. O taç ve taht yerine Allah’a sadakat gerektirir. (s.146)
*İslam’ın hareket prensibi “İçtihat”tır. (s.147)
*Sünnî cemaat, teorik olarak bu içtihat derecesinin potansiyelini kabul etmektedir ancak fiili olarak çeşitli fıkıh ekollerinin kurulmasından sonra bu, her zaman engellenmiştir. Zira tam içtihat yetkisi, neredeyse tek bir bireyin karşılayamayacağı koşullarda kuşatılmıştır. Böyle bir tutum, temel olarak dinamik bir hayat görüşüne sahip olan Kuran’ın sağladığı zemin üzerinde kurulan hukuk düzenine fazlasıyla garip görünür. İslam Hukuku’nun fiilen hareketsiz kılan bu entelektüel tavrın sebeplerini bulmamız gerekir. (s.148)
*Sonraki dönemlerde tasavvufa hakim olan öteki dünya ruhu, sosyal bir sistem olarak İslam’ın çok önemli bir yönünün gözden kaçmasına sebep oldu ve sınırsız bir şekilde kurumsal düşünce alanı sağlaması İslam devletinin yönetimi, genellikle vasat derecedeki entelektüellerin eline geçti. Dahası Müslüman halk kendine, doğru yönde önderlik yapacak yüksek düzeyli beyinlere sahip olmadığı için kurtuluşu ancak çeşitli fıkıh ekollerini körü körüne taklit etmekte buldu. (s.149)
*Gereğinden fazla zapturapt altındaki bir toplumda bireylerin kişiliği tamamen silinip gider. Birey, çevresindeki bütün sosyal düşünce zenginliğine sahip olur ama ruhunu kaybeder. Dolayısıyla geçmişe duyulan sahte saygı ve onun yapay dirilişi hiçbir ulusun çöküşüne çare olamaz. (s.150)
*Modern düşüncenin İslam’ a hatta aslında bütün dinlere yaptığı hizmet, maddi ve tabi dediğimiz şeyi, eleştirmesi olmuştur. Yani köklerini maneviyatta arayıp bulmadığımız sürece maddenin herhangi bir özü olmadığını ortaya koymuştur. Dünyanın kutsal olmaması gibi bir şey yoktur. (s.153)
*İslam’a göre devlet, insan kuruluşunda sadece ruhaniyeti etkinleştirme çabasıdır. Ancak temel amacı, sadece egemenlik kurmak olmayan aksine ideal prensipleri uygulamaya geçirme hedefi belirleyen bir devlet, teokratiktir. (s.153)
*Gerçek şu ki bugünkü Müslüman milletler arasında yalnız Türkiye dogmatik uykusunu silmiş ve öz bilincine ermiştir. Bir tek o, fikir özgürlüğü hakkını iddia etmiş, bir tek o, hayali olandan gerçek olana geçmiştir ve bu geçiş, çok keskin entelektüel ve ahlaki savaş isteyen bir süreçtir. (s.159)
*İslam Hukuku’nun en temel kaynağı Kuran-ı Kerim’dir. Ancak Kuran, bir kanunname değildir. Daha önce de belirttiğim gibi onun asıl amacı, insanın Allah ve evrenle ilişkisinde daha yüksek bir bilinç uyandırmaktır. Kuran bizlere dinamik bir bakış açısı sunmaktadır. (s.162)
*İslam, karakteri bakımından herhangi bir toprak parçasına bağlı değildir. Onun amacı, karşıt ırklara mensup inananlarını bir araya getirerek örnek bir toplum modeli ortaya çıkarmak, sonra bu topluluğu, kendi bilincine ermiş bir ulus haline dönüştürmektir. (s.163)
*Bizzat Kuran’ın hayatın sürekli gelişen bir yaratma süreci olduğu öğretisi, atalarını engel görmeden ancak deneyimlerden yararlanarak her neslin kendi sorunlarını çözmekte serbest olmasını zorunlu kılar yani içtihat ruhunu.(s.165)
Kuran’da kadın-erkek miras dağılımı meselesi:
“Kız evladın payı, onun doğasındaki herhangi bir aşağılıktan dolayı değil ekonomik fırsatları ve bir parçasını oluşturduğu toplumsal yapıdaki yeri bakımından belirlenir. Ayrıca miras kuralı, servet dağılımında bireysel bir faktör değil ancak aynı amaç uğruna bir arada çalışan başka faktörler arasından bir tanesi olarak kabul edilmelidir. İslam’a göre kız evlat evlendiğinde hem babası hem de kocası tarafından kendisine verilen malın mutlak sahibi olarak kabul edilir. Ayrıca kızın tercihine göre nikah sırasında veya sonrasında ona verilen mihr parasının da tek sahibidir ve bu para, kendisine ödeninceye kadar kocasının bütün malına el koyma yetkisine sahiptir; bütün hayatı boyunca geçimini sağlaması sorumluluğu da kocasına verilmiştir. Miras hukukunu bu açıdan inceleyecek olursanız erkek ve kızların ekonomik durumunda maddi bir fark olmadığını görürsünüz.” (s.166)
*Bir peygamberin metodu belli bir ulusu eğiterek evrensel bir şeriat oluşturmak amacıyla o ulusu, bir çekirdek olarak kullanmaktır. (s.167)
*Ulema, İslam Yasama Meclisi’nin önemli bir bölümünü oluşturmalıdır; yasama konularında özgür tartışmalara yardımcı ve yol gösterici olmalıdır. Hatalı yorum ihtimalini ortadan kaldırmanın tek etkin yolu İslam ülkelerindeki mevcut hukuk eğitim sistemini ıslah etmek, bu alanı genişletmek ve modern hukuk bilimiyle akıllıca bütünleştirmektir. (s.171)
*İçtihat kapısının kapandığı düşüncesi, kısmen İslam’da fıkıh kavramının billurlaşmasından, kısmen de özellikle manevi çöküş dönemlerinde büyük düşünürleri putlaştıran entelektüel tembellik yüzünden ortaya çıkan bir efsanedir. (s.173)
*Şimdi İslam alemi derinlemesine bir düşünce ve yeni tecrübelerle donatılmış olarak önlerinde duran İslam fıkhını yeniden yapılandırma işini cesaretle ele almalıdır. Yeniden yapılandırma işinin sadece mevcut hayat şartlarına göre uyarlanmasından daha çok daha önemli bir yönü olduğu unutulmamalıdır. (s.173)
*Bugün insanlığın üç şeye ihtiyacı vardır: evrenin manevi bir yorumu, bireyin manevi özgürlüğü ve manevi bir temel üzerinde insan topluluğunun gelişimine yön veren evrensel nitelikteki temel prensipler. (s.173)
*Bugünün Müslüman’ının yapması gereken şey, kendi önem ve değerini kavramak, temel ilkeler ışığında sosyal hayatını yeniden yapılandırmak ve şu ana kadar İslam’ın kısmen gerçekleşmiş
hedefleri içinden nihai hedefi olan manevi demokrasiyi ortaya çıkarıp geliştirmektir. (s.174)
DİN MÜMKÜN MÜDÜR?
*Genel olarak ifade edersek dini hayat üç evreye ayrılabilir. Bunlar “iman”, “düşünme”, ve “marifet” evreleri olarak tanımlanabilir. Bir disipline tam itaatten sonra o disiplin ve otoritenin nihai kaynaklarını akıl yoluyla anlama dönemi başlar. Bu evrende dini hayat, kendi temelini bir çeşit metafizikte arar; yani mantık itibariyle Tanrının da bir parçası olduğu tutarlı bir evren görüşü arayışında olur. Üçüncü evrede metafiziğin yerini psikoloji alır ve dini hayat, Mutlak Hakikat ile doğrudan temas arzusunu beslemeye başlar. (s.175)
*Aslında benlik, Gerçek Varlıkla olan temasına dayanarak kendi emsalsizliğini ve metafizik statüsünü keşfeder ve o statüyü daha da yükseltme imkanını fark eder. (s.177)
*Aslında bir hayat tarzı olan din, Hakikat’i ele alan tek ciddi yoldur.
*Toprağın derinliklerinde
Maden ve taşlar dünyasında yaşadım;
Sonra rengarenk çiçeklerle gülümsedim;
Ardından vahşi hayvanlarla dolaşıp durdum
Toprakta, havada ve denizlerde yaşadım,
Her yeni hayatta
Daldım, uçtum
Süründüm, koştum.
Bütün gizler ortaya döküldü
Zira şekil ve surat onları görünür kıldı
Ve işte insan!
Ve hedefim
Bulutların ötesinde göklerin ötesinde
Değişim veya ölümün olmadığı alemlerde
Melekler şeklinde ama onlarda uzak
Gece ve gündüz sınırlamasının ötesinde
Görülen ve görülmeyen, hayat ve ölümün dışında
Görülmemiş her şeyin olduğu yerde
Bir bütün ve kapsayan olmak (Mesnevi-Rûmî) (s.180)
*Kendi entelektüel faaliyet sonuçlarının tamamen gölge