Kendi çapımda erişme şansı bulduğum tüm Bernhard eserlerini okumaya çalışırken, bu esere de İl Halk Kütüphanesi'nde rastgeldim. Zaten Bernhard'a ait olan üç kitabı da kütüphane vasıtası ile okumuştum. Kütüphanede, bu eser ile birlikte toplamda dört (evet, tamı tamına dört, hatta sayıyla 4) adet Bernhard eseri bulunması beni aşırı derecede şaşırtan bir durum oldu. Hiç umulmadık yerlerden gizli hazineler ortaya çıkabiliyor demek ki, hayatımızda her yöne bu şekilde bakmak gerek belki de. Kütüphanede başınızı çevirip bir bakıyorsunuz, bir Thomas Bernhard eseri onca kitabın arasından size hayali bir huzursuzluk dalgası gönderiyor. Eğer bir yazarın birden fazla eserini okuduysanız, kitaplıkta, kitabın üstünde kitabın isminden ziyade o yazarın ismini görmek daha öne çıkan bir etmen oluyor bir süre sonra. Çünkü o yazar ismine bizler tarafından artık bir anlam yüklenmiş durumdadır, o anlamın bizde uyandırdığı duygular ve düşüncelerle bakıyoruzdur artık yazarın ismine. Thomas Bernhard ismini görünce bende açığa çıkan ilk duygu, daha önceki Bernhard incelemelerimde bahsettiğim bir duygu hali idi: Huzursuzlukla dolup taşan, zihni sancılar içinde bırakan yoğun bir hal. Bu sancıyı zihnimde belirli bir zaman geçip atlatabildikten sonra kitabın ismine dikkat edebildim en sonunda. Dünya Düzelticisi.
Eserin oldukça dikkat çekici bir ismi var. Eseri yazan kişi de Bernhard olunca, bu ismi gördükten sonra insan ister istemez, dünyanın düzeltilmesinden çok, onun zihinde yok edilmeye çalışılması üzerine bir eser olduğunu tahmin edebilir hale geliyor. Ama aslında bu da kesin bir yargı değil. Çoğu yazarda bu tahmin edilebilirlik vardır. Birçok eserini okuduğunuz bir yazarın, eğer okumadığınız bir kitabı varsa, o kitabın ismine bakıp, önceki okuduğunuz kitaplardaki anlamları ilişkilendirip bir ilk yorumlama yapabilirsiniz. Bu da zaten aşağı yukarı tutarlı bir yorumlama olur. Ama konu Bernhard olduğu zaman bundan dahi emin olamaz hale geliyorsunuz. Özellikle ben bu anlamda en çok Yok Etme eserinde şaşırmıştım. Eserin kapağında Bernhard'a ait, elinde bıçak tutan, saplamaya hazır, sinirli gibi görünen bir fotoğraf var. Bunu görünce yok etme kavramının zihinsel yönü olduğu kadar gerçekçi anlamında bir yönü olduğunu da düşünmüştüm. Tıpkı Suç ve Ceza gibi; fiziksel olarak bir yok etme çabası olur ve bunun zihinsel olarak kabulleniş, sindiriliş kısmı vardır. Ama beni tamamen ters köşe yapıp şaşırtmıştı. Dünya Düzelticisi de aslında biraz öyle.
Öncelikle eser bir tiyatro eseri. Altı perdeden oluşuyor ve uzun monologlara dayalı. Bu eserden gördüğüm kadarıyla Bernhard tiyatro ile de oldukça yakından ilgiliymiş meğerse. Tiyatro eserlerini şöyle bir düşünce içersinde okurum sürekli: Her perdeden sonra bu eserin aslında burada, şehrimdeki tiyatroda oynandığını hayal ederim. Karakterleri oynayan insanları izlerken, bu insanların, eserin kendisindeki karakterlere ne denli bürünüp bürünemeyeceğini düşünürüm. Mesela Suç ve Ceza'nın yarı müzikal, fazla uzun olmayan bir tiyatrosu olduğunu düşünün. Bu oyun yüzlerce kez başkaları tarafından oynanmış olsun. Bu oyunlardan hangisindeki Raskolnikov gerçek olanına en yakındır mesela? Ya da oyuncunun gerçekten bir Raskolnikov olabilmesi düşünülebilir mi? Bu gibi düşünceler tiyatro eseri okurken aklımı meşgul ediyor genellikle.
Bernhard'ın romanlarından da alışık olduğumuz zihinsel (her zaman) ve bedensel (bazen) açıdan hasta insanlardan biri bu eserin de temelini oluşturuyor. Bu eserdeki hastalıklı karakterimiz de Dünya Düzelticisi. Dünya Düzelticisi aslında bir filozof. Uzun yıllar boyunca çalışma yapmış ama bir türlü ciddiye alınamamış bir filozof. Ama son eserinden sonra, ki o eser de zaten mevcut dünya düzenini baştan yeniden düzenlemekle ilgili olan, kendisine de aynı ismi veren Dünya Düzelticisi'dir. Bu eserinden sonra öylesine ünlü hale gelmiştir ki dünya çapında tüm büyük ülkelerde eseri çevrilmeye başlanmıştır. Ama gelin görün ki Dünya Düzelticisi zihinsel olarak hastalıklı olmasının yanı sıra bedensel olarak da hasta durumdadır. Bacakları felçlidir, solunum problemleri vardır ve kendisinin de saymaya çekindiği birçok başka hastalık. Eser evde sevgilisi (sevgilisi ile evlenmemişler ama kadının da bir şekilde onun yanında kalmaktan başka bir çaresi kalmamış) ile geçen bir günün başından, kendisine ünvan takdim etmek için gelen kendi mezun olduğu okulun rektörlüğünün ziyareti arasında geçmektedir. Tabii bu arada, Bernhard'ın romanları kadar olmasa da yine de oldukça fazla sorgulama, insanın zihnine sancılar sokan bazı fikirler var.
Dünya Düzelticisi'nin bir gününe şahit olurken eserde, onu yaşlı, mızmızlanan insanlara benzettim. Gün boyunca sevgilisine birçok şey yapmasını bazen rica ediyor bazen emrediyor. Ama bunların birçoğu da hastalıklı istekler. Örneğin karşısındaki koltuğun mevkisini defalarca kez değiştirtiyor sevgilisine. Kadın da hiç sorgulamadan her isteği yerine getiriyor. Bu açıdan, eseri okurken aklıma gelen bir fikirden bahsetmek istiyorum. Okuduğumuz eserlerdeki diğer karakterlerin de gözlerinden bakma şansımız olsaydı ne olurdu? Mesela ben bu eseri okurken sürekli kadının aklından ne gibi düşünceler geçiyor, ne düşünüyor, bu 'deli' ile birlikte olmaktan mutlu mu gibi fikirler beynime doluştu bir anda. Çünkü kadının diyaloğu o denli az ki eserde, kadın sanki hissiz duygusuz bir varlık gibi görünmeye başlıyor bazı sahnelerde. Ama bunu öğrenmeyi yazarlar aslında bize bırakıyor. Herhangi bir eserde açıklanmamış olan tüm şeyler bir nevi bizim yorumlamamıza ve hayal gücümüze kalıyor. Bu açıdan edebiyat yazarın yazdığı, sınırlardan taşan bir olgu haline gelmeye başlıyor. Yazar bu sayede yazmış olduğu, olacağı şeyleri yazarken, esere daha o andan yazmadığı şeyleri bile eklemiş oluyor. Bu yazılmayan şeyler bile aklımızı kurcalar hale geliyor biz eseri okurken, benim kadın hakkındaki birçok şeyi merak etmem gibi tıpkı. Bu açıdan edebiyatı varolanın bile dışına taşabilecek esneklikte bir olgu olarak görüyorum artık. İfade edilmişlerin ve ifade edilmemişlerin birlikteliğinden oluşan bir sanat. Hepsini de bir şekilde aktarıyor.
Dünya Düzelticisi, dünyanın nasıl düzeltilebileceğinden elbette ki bahsetmiyor eserde. O çok ünlü yazınından pek bir bilgi öğrenemiyoruz. (Eserde yazılmamış olan ama yine de beni yazılmamış bir şey üzerine düşünmeye, gerekirse kurmaca yapmaya sevk eden bir durum, tıpkı az önce bahsettiğim gibi). Aslında bu bahsedilmeme durumunun bile temsili olduğunu düşünüyorum. Bir olasılıkla dünyanın düzeltilmesi imkansız olduğu için bu yüzden içerikten bahsetmemiş olabilir Bernhard. Oysa ki kendisi dünya ve devletler hakkında çok keskin düşüncelere sahiptir, bunları ifade etmekten de hiç çekinmez. Dünyanın düzeltilmesi imkansızdır belki de bu yüzden gerçekten de. Eserde Dünya Düzelticisi'nin çeşitli fikirleri ile karşılaşıyoruz. Söz arasında. Sevgilisine acıktığını söyledikten sonra, sevgilisi odadan çıkınca bir anda sesli olarak düşünüyor mesela. Hatta bazen o denli kaptırıyor ki düşüncelerine kendisini, bir anda bağırıyor. Çaba harcamak konusunda önemli fikirlerini dile getiriyor bu beklenmedik zamanlardan birinde. Biz insanlar eğer bir şey üzerinde çok aşırı çaba göstermişsek, çaba harcamayı ve uğruna çaba harcadığımız şeyi ne olursa olsun doğru sayıyoruz. Belki de uğruna çaba harcadığımız şey aslında bomboş bir şey ama biz o anda bunun farkında değiliz, bundan kim emin olabilir? Olağanüstü çabalar insana kendisini haklı çıkarabilecek yanılgıya düşmesini sağlar. Bir şeye çok emek vermek o şeyi doğrulamaz. Bizler bir yandan da çaba harcadığımız bir şeyin bomboş bir şey de olabileceği düşüncesini aklımıza sokmaya cesaret edemiyoruz. İnsanda zaman, onun için önemli bir değerdir, belki de bu yüzden zamanımızı çok kaplamış olan bir çabayı yanlışlama cesaretini gösteremiyoruz. "O kadar çaba gösterdim, uğruna çaba gösterdiğim şey doğru, doğru olmasa bu kadar çaba gösterir miydim" diye düşünüyoruz belki de. Ama çaba, amacı doğrulayıcı bir etmen değildir, yanlışlayan bir etmen de olmadığı gibi. Amaç en başında ne ise odur, biz çabamız ile onu olduğundan daha iyi, daha doğru göstermeye çalışırsak bu mantıksız ve tutarsız bir davranış olur.
Başka bir önemli konu daha, insanlar kendilerini uzmanı saydıkları bir dal ya da konu dışında bir şeyle ilgilenmemeleri, bundan da bahsediyor Dünya Düzelticisi. Bu aslında gerçekten doğru bir fikir. Mesela rahipler din felsefesi dışında bir şeyle ilgilenmezler ona göre. Felsefenin başka dalları ile ilgilenmek şöyle dursun başka dalların isimlerini bile öğrenmeye tenezzül etmezler. Ama bir felsefe ya da bilgi dalının uzmanı olmanın bir yolu varsa da, bu o yol değildir. Daha doğru olan şey şudur. Bir felsefe ya da bilgi dalına, diğer dallardan daha hakim olduğunu düşünen biri kendini bu dal ile sınırlandırmamalıdır. Diğer dallarla ilgisini inceleyip yorumlayabilmelidir ki, uzmanı olduğu dalın gerçekten uzmanı olabilsin. Din felsefesi ile ilgilenen biri varoluşçuluk akımına da bakabilmeli, elinden gelirse onları sentezleyebilmelidir. Tabii bu sadece din felsefesine özgü bir durum da değil, benim bu örneği vermemin sebebi, eserde rahiplerin din felsefesinden başka bir şeyle ilgilenemediklerinin dile getirilmesindendi. Kendi alanı içine sıkışıp kalan insan asla uzman olamaz. Kendi alanı ile katı sınırlar çizen insan uzman değil, ancak ve ancak korkaktır.
Çevirmenlik konusundaki sorunlara da değiniyor. Çevirmenlik aslında oldukça zor bir meslektir. Birden fazla kişiyi olmayı gerektirir. Bir eseri ana dilinden, sanki o dili kendi ana diliymişcesine algılayıp, ana diline bu ilişkiyi kaybetmeden çevirmelidir ki, etkili bir çeviri olabilsin. Ama bunda da çeşitli sorunlar ortaya çıkmaktadır. Çevirmene çok ağır bir iş de düşebilir kimi zaman, zor eserlerde. Çünkü her dil aynı anlatıma sahip değildir. Sadece o dilde olan bir kelimeyi ya da bir kelime oyununu çevirmenin tam olarak doğru bir şekilde çevirmesi imkansızdır. Bu bağlamda, çevirmenin kendisi, diyelim ki Descartes'ı çeviriyorsa bu gibi durumlarda bir anlığına ana konudan bağını koparmadan bir Descartes olabilmelidir. Descartes gibi düşünebilmek, onun gibi ifade edebilmek ve bu ifade etme biçimini öbür dilde en iyi yansıtabilmek için de Descartes'ın her şeyini çok iyi bilmeli, hatta zihninde onunla yatıp onunla kalkmalıdır belki de. Bu yüzden çeviri işi bir imkansızlık işidir. Çevirmenin yaptığı da imkansız kavramının keskin köşelerini yumuşak hale getirmektir. Başka bir deyişle, daha az imkansız hale getirebilmektir çeviriyi. Bu yüzden bir eseri ana dilinden okumak, çevirisinden okumaktan onlarca kat daha iyidir.
Tarihin kötü şeyleri saklama yetisinden de söz ediliyor. Modernize edilmiş tarih kavramında, insanlara sadece gösterilmek istenen şeyler gösterilir. Yapılan zulümler her zaman gizlenir. Bu bağlamda düşünecek olursak, biz tarihe güvenilir diyoruz, tarihin kesin bir bilim dalı olduğunu söylüyoruz, ama bundan ne derece eminiz ki? Öğrendiğimiz şeyi nereden öğrendik, nasıl öğrendik? Öğrendiğimiz şey nereye dayanıyor? Öğrendiğimiz şeyin dayandığı yer nereye dayanıyor peki? Çağımızdaki kolay ulaşılabilirlik gerçekten dehşet verici derecede kötü bir şey. Tarih tamamen araştırmaya dayalı bir bilimdir, insan tarihten herhangi bir olaya bakarken dahi kendisi yeni bir araştırma içersinde olmalıdır doğru kaynaklarla birlikte, ama biz çağımızda bilgiyi hazır almayı tercih ettiğimiz için tarih biliminin kesinliği de çokca azaldı. Okuduğumuz tarih kitaplarının arkasında kaynakça görüp derin bir oh çekiyoruz, ama sizce bu yeterli mi? Peki ya o kaynakçanın doğru olduğundan yeterince emin miyiz? Kaynakça sayfası, tüm bilgileri doğrulayan bir belge de değildir bu bağlamda, gerekirse o kaynakçada yer alan kaynakları bile didik didik etmemiz gerekiyordur. İnsan emin olamıyor.
Bernhard'ın diğer eserlerinden aşina olduğum bir saldırı var yine doktorlara. Doktorların dolaplarını fark ettiğimizde her şey çok geçtir, diyor Dünya Düzelticisi. Doktorlara güvenememek konusunda da pek haksız sayılmaz kendisi bana göre. Doktorluk o denli titizlikle yapılan bir meslek olmalıydı ki, doktorluk ile ilgili neredeyse hiçbir kötü olay yaşanmamalıydı. Neredeyse kusursuzluk ile yapılan bir meslek olmalıydı. Doktor konusunda çekincesi olan bir insanın doktorların hataları üzerine birçok şeyi gördüğünü ve duyduğunu hayal edin. Bu insanın güveni bir kez kırılıyor doktorlara karşı. Sonuçta biz doktora gittiğimizde aslında felsefi bir güven problemini de üstlenmiş oluruz. Kendimizi tamamen doktora bırakırız ve yine kendimizi doktorun ağzından dinleriz. Ama ya hata yapma payı varsa ne olacak? O diplomaları boşuna mı alıyorlar diye düşünebilirsiniz. Evet, diplomalar hiçbir şeydir. Önemli olan meslek adabıdır. Felsefi olarak bir güven sorununun üstlenilmesi problemidir aslında bir muayene. Basit sıradan bir muayeneye bile Bernhard 'yüzünden' nasıl bakmaya başlamışım. Zihnim sancıyor.
Hukuksal bir serzeniş de göze çarpıyor eserde. Davaların asıl amacının bir yok etme olduğu ifade ediliyor. Bir insanı fiziksel olarak yok etmek kanunsal olarak bir suç olduğundan dolayı dava açan insan karşısındaki insanı en azından hukuksal olarak yok etmek istiyor. Bu belki de her davada aynı değil, ama bazılarında kesinlikle geçerli. İnsan hıncının alınma yollarından bir tanesi olarak da görülebilir. Amaç aynı, karşındakini yok etmek. Bazen düşünüyorum, biz insanlar kimimiz birbirmizi fiziksel olarak yok etmek için ama çoğumuz zihinsel olarak yok etmek için yaşıyoruz belki de. İmzalar, belgeler, senetler hep bunun kanıtı aslında. Eserde de imza kavramıyla ilgili bir bölüm de var. Yok Etme eserinde Bernhard, diploma kavramına bolca saldırmıştı, bu eserinde de imza kavramına bir saldırı var. Birtakım imzalar tüm hayatımızı kaplamış durumda, onaylama imzası, reddetme imzası, okuyorum kabul ettim (aslında hiç okumadım, okur gibi yaptım) imzası. İnsan hayatı görünüşe göre yalnızca diplomaların arasına değil, imza kavramının katı sınırları arasında da sıkışıp kalmış. İnsanları artık onların benliği ve varlığı değil, birtakım semboller ifade etmeye başladı. Bir imza atıyorsunuz aslında orada bulunup onaylıyorum diyormuşcasına bir etki yapıyor bu. Her şeyi bir kenara bıraktığımızda bu gerçekten de dehşet verici bir durum değil mi? Artık yalnızca imzalar var. Ama aslında en sonunda imzalar dolayısıyla bizi öldüren bir yaşama biçimini de dolaylı olarak desteklemiş oluyoruz. Yanlış hatırlamıyorsam ölen insanların cenaze formunda bile ölenin yakınlarından biri için imza atılacak bir kısım bulunuyor. Korkunç.
İnsanlık sıkışıp kaldı gibisinden şikayet ediyoruz ama bir yandan da her şeyin çürüyüp gittiğini izlemek zorunda bırakılıyoruz. Tarihin artıklarını temizlemek için yaşar hale getiriliyoruz devletler tarafından. Dünü temizlemek için yaşıyoruz artık. Hiçbir ilgimizin bulunmadığı bir dünü, sanki doğarken bize sorulup biz de onaylamışcasına temizlemeye zorlanıyoruz. Ama bu yaptığımız da yarını kirletmekten başka bir işe yaramıyor. Yarınlara daha büyük artıklar bırakıyoruz. Hayatımız bu açıdan trajik bir teatral gösteri haline gelmeye başlıyor. Bu açıdan Dünya Düzelticisi'nin yaşayışı, çevresindeki insanlar da tıpkı bu şekilde. Çevresinde onu anlamayan insanların dolup taşmasından ibaret onun yaşamı. Biz insan toplulukları da böyle miyiz? Altıncı perde bitti. Son.