''Bir Solgun Adam'' benim Selçuk Baran ile tanışma kitabım oldu. Kendisi maalesef bilmeyerek pas geçtiğim yazarlardan. Edebiyat dünyasına bizzat kendi eserlerini verdiği gibi aynı zamanda radyo oyunları yazan ve çeviriler yapan bir kalem. Anlatmak istediklerini sessiz sakin, abartıya kaçmadan ama kesinlikle çeşitli ve derin ifade eden bir yazar. O, gerçek Türk Edebiyatının telaşsız ama kalıcı tadını bırakıyor okuyanda. En azından benim kendi adıma hissettiğim bu. Dolayısıyla kesin olan şu ki; okuduğum ilk kitabı olabilir, lakin son kitabı olmayacak.
Selçuk Baran'ın hayat hikayesini araştırıp kendi ile ilgili cümlelerini okuduğumda anladım ki ''Bir Solgun Adam'' aslında yazarın kendi hayatının çalkantıları, yalnızlığı ile yoğrulmuş. İnci Aral'ın ''bir yazma kırgını'' dediği yazarın umutsuzluğunu döktüğü satırlar kitap karakteri ile doğru orantılı görünüyor.
''Kitap okumayalı küçük şeyler düşünmeye alıştım, ufkum daraldı. Hayatı kıyasıya yaşayamadığımdan şikayetçiyim. Buna sebep, derinliğine duyuşlardan yoksun oluşum mu, yoksa çok çeşitli duygular arasında bocalayışım mı? Bazen uslu, akıllı bir kedicik oluveriyorum. Çocuklarım ve kocamın sevgisinden başka bir şey istemem gibime geliyor. Sonra çapraşık, ne olduğunu tam kestiremediğim fikirler; ne olduğu meçhul hisler beni sımsıkı kavrayıveriyor. Onları çözebilsem belki rahat ederdim. Ama o kadar az vaktim var ki. Hepsini şuurumun altına itiyorum. Orada boğuşup duruyorlar. Bu boğuşmadan vücudum yorgun ve halsiz düşüyor.'' diyor kendisi ile ilgili Selçuk Baran...
Gelelim solgun adamımız olan emekli bankacı Mehmet Taşçı'ya... Kendine günlük tutmayı bile çok gören, çeşitli gel gitler neticesinde geç de olsa buna başlayabilen bir adamla tanıştım. Kurduğum ilk duygusal bağ; her sabah sütlü kahvesini içtiği, sarı renkli gelinciklere sahip fincanına duyduğu bağlılık ile oldu. O fincanı bir canlıyı sever gibi sevmesi, ona kendine ait anlamlar yüklemesi tanıdık geldi. Kendisini sevmekle sevmemek ve hatta önemsemekle önemsememek arasında kalmış bir adamın fincanına tereddütsüz yaklaşımı bazı ruhların sadece kendine uyguladığı kıyımın delili gibi... ''Vazgeçeceğim ilk şey benim'' bilinci...
Hayatını bir noktadan sonra yaşamaktan vazgeçip sadece gözlemleme, özümseme üzerine kurmuş. Tabi burada bahsettiğim ruhsal boyut, yoksa günlük yaşamını herkese göre değilse bile kendine göre bir düzen içinde geçiriyor. Ne istediğini asla tam olarak bilemeyen, aldığı kararlardan cayması an meselesi olan bir adam, sanki yürüyen merdivene tersten binmiş de, gitmeye niyetlendiği yöne asla gidemiyor gibi... Dış dünyayı gözlemlerken hep bir takım noksanlıklar görüp, soğuyor, sempati duyacakken vazgeçiyor. İç dünyası mevcut yaşam düzenini algılayamıyor bir türlü, emin olamıyor bu düzenin doğruluğundan. Herkesin büyük bir doğallıkla sürdürdüğü tavırları benimseyemiyor. ''Doğru mu tüm bunlar, ya hata yaparsam'' girdabından çıkamıyor.
Ben gayet iyi hissettim, anladım onu. Günlük yaşamın rutininden sıkılmanın, son derece basit iletişimleri bile sinir bozucu bulmanın, kendi kabuğunda herhangi bir müdahaleye ve hadsiz teklifsizliklere maruz kalmadan yaşayıp gitme isteğinin nesi kötü ki? İnsan bu bilinçle kendini yeterince didikliyorken zaten, bir de başkaları tarafından sorgulanmak, yargılanmak kadar beteri yok. Bu da ısrarla yapılıyor çünkü bizden başka;
Herkes her şeyi istisnasız biliyor...
Herkes hayatın derinine inmiş , birde çözmüş... Bir biz kalmışız kayıp...
Ve herkes kendi yalanına inanmış, biz de onunkine inanalım istiyor...
Ama işte öyle bulunmuyor dengeler, ısrar etmeyelim lütfen.
''Değişiklik... Bir bilebilsem, kesinlikle sınırlarımı çizebilsem, nelerin değiştiğini teker teker anlatabilsem...'' ( S. 14 )
''Solgun Adam''ı istisnasız her gün yaşayan ve neticede bize okutan ''Solgun Kadın''a sevgi ile...
Keyifli okumalar...