O kadar uzun zamandır hayat mücadelesinin en şiddetli yerindeyim ki huzur ve sükunet tarafından eziliyorum ve kendimi, yakında hepimizi içine çekecek olan ölümün girdabını düşünmekten alıkoyamıyorum.
Ailede çocuk neyse toplumda halk odur, özellikle de Ortaçağ'da. Halk bu ilksel cehalet, manevi ve entelektüel gelişmemişlik düzeyinde kaldıkça, çocuk hakkında söylenen onun hakkında da söylenebilir:
Bu çağ acımasızdır.
O zaman her şey böyle, metafiziksiz, abartısız, büyüteçsiz, çıplak gözle görülürdü. Ne maddi ne de manevi şeyler için henüz mikroskop icat edilmemişti.
İnsanlar onlara bir şeyler anlatmanızdan hoşlanıyorlar, mütevazı ve güven veren bir ses tonuyla yeterince şey anlatırsanız sizi tanıdıklarını sanıyorlar, ama aslında tanımıyorlar, sizin hakkınızda bir şeyler öğreniyorlar sadece, çünkü öğrendikleri şeyler olgular, duygular değil; herhangi bir şey hakkında ne düşündüğünüzü, başınıza gelenlerin ve verdiğiniz kararların sizi nasıl siz yaptığını bilmiyorlar. Onların yaptıkları şey kendi duyguları, düşünceleri ve tahminleriyle boşlukları doldurmak, sizinkiyle çok az ilgisi olan yepyeni bir yaşam yaratmak, böylece artık güvendesiniz. Siz istemedikçe kimse size dokunmaz. Yalnızca kibar olmak, gülümsemek, paranoyakça düşünceleri kafalarından uzak tutmak gerek, çünkü ne tür bir oyun oynarsanız oynayın sizin hakkınızda konuşacaklar, bundan kaçamazsınız ve zaten siz de aynısını yapardınız.
Dünya gözyaşlarımın içindeydi artık, dünya bulanıktı, dünya ıslaktı ve dünya kalın uğultular eşliğinde, etrafa buğular saçarak, hafif hafif titriyordu.
... çok uzaklardan geliyormuş gibi şöyle hafifçe, "Cahildim dünyanın rengine kandım" diyen Neşet Ertaş'ın taşkınlığını ölçüsünde, ölçüsünü taşkınlığında bulan güzel sesi çalındı kulağıma.
"... Bir ödül yeri mi burası? Yoksa bir ceza yeri mi?"
"Bilmiyorum, Asra. Bu dünya hangisi?"
"İkisi de değil, çocuğum. Burası dünya sadece. Olduğu kadar. Burada doğarsın ve... her şey olduğu gibidir."