“..ben de melek sayılmazdım; benim de ruhum buruk, düğümlenmiş; yalnız olduğunu sanma; çünkü Arturo Bandini sana rahatlıkla eşlik edebilir; senin Arturo Bandini’n var ve sana anlatacak çok şeyi var.”
Derken bir akşam üstü geldi çattı, ne yapsam acaba, sözcüklerle yıkanmış ruhum serin, ayaklarım yere sağlam basıyor. Diğerleri ne yapıyorlar acaba, dünyadaki diğer insanlar ne alemde?
“Başka bir şey istiyor musun?” diye sordu. Beyaz önlüğü kola kokuyordu. “Sen buna kahve mi diyorsun?” dedim. Birden güldü yine. Bir çığlık, başladığı gibi biten metalik bir deli kahkaha. Çarıklarına diktim gözlerimi yine. İçten içe geri çekildiğini hissettim. Canını yakmak istiyordum. “Kahve değil belki de bu,” dedim. “İçinde şu iğrenç çarıklarını kaynattığın sudur belki.” Başımı kaldırıp yakıcı siyah gözlerine baktım. “Bilmiyor olabilirsin. Ya da umurunda olmayabilir. Ama ben kız olsam Main sokağında bu çarıklarla dolaşmazdım.” Sözümü bitirdiğimde nefes nefese kalmıştım. Dolgun dudakları titredi, ceplerine soktuğu yumrukları kolalı beyazlığın altında kıvranıyorlardı. “Nefret ediyorum senden,” dedi. Hissettim nefretini. Kokusunu aldım, duydum hatta, ama sırıttım yine de. “Ediyorsundur umarım,” dedim. “Çünkü senin nefretine mazhar olan birinin olumlu yanları pek çok olsa gerek.” Bunun üstüne çok tuhaf bir şey söyledi. Hâlâ kulaklarımda, “Kalp krizinden ölürsün inşallah,” dedi. “Şu oturduğun iskemlede kalasın.”
Zor günler, bulutsuz mavi günler, ortasında güneşin yüzdüğü mavi bir deniz. Bolluk günleri -bol endişe, bol portakal. Yatakta portakal, öğlen portakal, akşam portakal. Düzinesi beş sent. Gökyüzünde güneş, midemde güneş suyu.
“Nefret ediyorum senden,” dedi.
Hissettim nefretini. Kokusunu aldım, duydum hatta, ama sırıttım yine de. “Ediyorsundur umarım,” dedim. “Çünkü senin nefretine mazhar olan birinin olumlu yanları pek çok olsa gerek.”