Yaşar Kemal'i okumak suda oynayarak yüzen yunusları izlemek gibi, gökyüzünü kızıla boyayan bir gün batımında sessizce oturmak gibi. Bu incecik kitap beni diyarlardan diyarlara gezdirdi.
Nazım Hikmet'in "Karayılan Karayılan olmazdan önce" diye anlattığı Kuvayi Milliye destanını açtım okudum mesela. Anadolu'nun bağrında haksızlıklara karşı duran, cesurca savaşan halkları hatırladım.
Aytmatov'un Cemile'sine gittim sonra. Çorak topraklarda yeşeren sevda hikayelerini andım. Gülbahar'ın Ahmet'in yüzünü tariflediği her cümlede ben de hayal etmeye çalıştım.
Ağrıdağı'nı anlattığı paragrafların her birinde, dağların kutsal sayıldığı Peru'ya, Quechua halkının evi Machu Picchu'ya gittim. Ekmek olan, yurt olan, yaşam olan kutsal dağları hatırladım dünyanın dört bucağında.
"Ağrıdağı dünyanın üstüne oturmuş ayrı bir dünya gibidir, ağır, heybetli."
"Gün Ağrı'nın yamacına yapışmış, öyle duruyordu. Kırmızı, soğuk..."
Ve tabii İshakpaşa Sarayı'nın o tül gibi işlenmiş Selçuklu kapısının açıldığı avluya gittim. Sarı taşlarını, geniş pencereleri, camisinin kubbesini, sütunlarını hatırladım. Mahmut Han'ı, zindanı, İsmail'i, Yusuf'u, Memo'yu yerleştirdim hayalimden o ziyaret ettiğim sarayın bugünkü haline.
İki saatte su gibi akan, bugüne kadar neden okumamışım dedirten bir Yaşar Kemal harikası.